27 Şubat 2010 Cumartesi

Teşekkürler "Bir Dolap Kitap"...

Evren sayesinde muhteşem bir siteyle tanıştım, hemencecik de Google Reader'a ekledim... Her yeni makaleyi heyecanla okuyorum, ama bu seferki beni o kadar çok heyecanlandırdı ki sizinle de paylaşmak istedim.

Minik Adamı yaklaşık 6 yıl sonra oldukça ilgilendirecek bir konu... ve çocuğu olan/olacak herkesin okumasını şiddetle tavsiye ediyorum:

Kitap Okumayı Sevmeyen Çocuğu Anlama Rehberi

Teşekkürler "Bir Dolap Kitap"... Seni izlemeye devam edeceğim!

25 Şubat 2010 Perşembe

Dans...

Bizim minik adam yaklaşık 2 ay önce dans etmeyi keşfetti... arabanın ön konsolunu simüle eden oyuncağının teybi ve anneannesi sayesinde :) O günden beri ne zaman bir müzik sesi duysa hemen eller kollar hareket etmeye başlıyor!

Önceleri yalnızca tek kol sallanırken, sonra ona diğer kol da eşlik etmeye başladı. İki kola daha sonra tüm vücüt, en son da ayaklar katıldı. İlk başlarda ritimden/tempodan bağımsız dans ederken bizim minik adam, sonra yavaş ve hızlı tempoda farklı dans etmeye başladı! Hala bir Tan Sağtürk değil belki ama, biz onu dans ederken izlemeye bayılıyoruz! Çünkü çok ama çok sevimli!

Tabii bir de eşli dans seansımız var. Ben işten geldiğimde kucağıma atlıyor, herhangi bir müzik açıyoruz ve birlikte döne döne dans ediyoruz. Ben en çok Pink Martini-Let's Never Stop Falling in Love'da dans etmeyi seviyorum. Hem şarkıyı söyleyip hem de Çınar'ı fırıl fırıl döndürünce, onun da çok hoşuna gidiyor...
Bu video bir yemek sonrası çekildi. Gördüğünüz gibi, minik adamımız için dans etmenin yeri de, zamanı da yok!!!

Ben çekerken çok eğlendim, size de iyi seyirler!!!


NOT#1: Evet, bu saçma şarkıda çocuk dans ederken bir de üstüne alkışlatmaya çalışan deli anne ben oluyorum!

24 Şubat 2010 Çarşamba

Ağlama Bebek!

İnsan bazen, bazı olaylardan çıkaracağı dersleri olay gerçekleştikten çok sonra anlayabiliyor... Bizim minik adam doğduğundan beri, sıklıkla başıma gelen bir şey bu! Geçenlerde de oldu -olmuş-, bugün, az önce dank etti kafama!

Pazar akşamı ablamlar, artık kocaman olan oğulları Alp ve minicik kızları, 2.5 aylık Defne ile annemlere geldiler. Tabii biz haftasonunun kadrolu ailesi olarak oradaydık (cumartesi de çalışıyorum ben, o günler minik adama anneannesi bakıyor; anneannenin evi benim işyerime 10 dk., bizim evse 40 dk. olunca haftasonları taşınıyoruz mecburen...)! Bizim minik adam daha bir büyümüş son zamanlarda, artık "arkadaş" ne, bilir olmuş. Zaten sevdiği Alp Abi'sine daha bir bayıldı pazar günü, hiç peşinden ayrılmadı! Hatta, yemekte onun yanında oturmak istedi -beni bırakıp!!! Defne'ye ise "bu nasıl bir şey ya? dur bi bakiyim... hmmm, ilginç; amaaaan neyse, Alp Abiiiii" tavrıyla yaklaştı daha çok.

Biz yemek yerken, ablam Defne'yi kanepeye yatırdı. Bir süre sonra ağlamaya başladı Defnecik. Bizim minik adam, iletişim kişisini anında belirleyerek, ablama doğru döndü ve "ııııığğğggghhhaaaaaaaaa!!!!" diyerek (ki kendisinin şikayet, bir olaya şaşırma, çözemediği bir konuda yardım isteme sesidir bu) "annesinin" bebekle ilgilenmesini istedi :) Biz hepimiz, bu "iletişim kişisi/contact person" belirleme işine hem çok şaşırdık hem de çok güldük! Evet, komik bir olay, bence şaşılacak bir şey de, orada 8 kişi yemek yerken bebeğin "annesini" bulması... ama altında yatan mesajı ancak bugün anladım (3 gün sonra!).

Pek çok kaynakta "bırakın bebek ağlasın, hatta ağlaya ağlaya uyumayı öğrensin, hiç bişeycikler olmaz" yazar ya, ben hep sinir olmuşumdur bunu yazan kitaplara. Evet, tabii ki ağlamakla çocuğa "fiziksel" bir şey olmaz, hasta olan, ağrısı olan çocuk ağlar, yapacak bir şey yoktur. Rahatlatmaya, sakinleştirmeye çalışırsın en fazla. Çocuk dediğin ağlar... ama yapabileceğin bir şeyler varken ağlamaması için, "bırakın ağlasın" yaklaşımını hiç sevmedim, sevmeyeceğim de. (Buraya hızlı not: şımarıklık ağlamasından bahsetmiyorum, her aklı başında ana-baba şımarıklık ağlamasını gerçek ağlamadan ayırabilir bence) Çünkü, konuşamadıkları, dertlerini anlatamadıkları için ağlıyor bu bebecikler, dertlerini diyebilseler, deli mi bunlar sürekli bağırsınlar? Boşuna mı konuşmaya başladıktan sonra daha az bağırıyor, daha çok sakinleşiyor bu çocuklar?

Dediğim gibi, sevmedim hiç "aman ağlasın ama kucağına alma, kucağa alışır/ aman ağlasın, yanına gitme, sonra kendi kendine uyutamazsın bir daha/ aman ağlasın, dediğini yapma, şımarır" yaklaşımını... Hiç dinlemedim de. "Şımarır" kısmı için, "uğruna ağladığı" şeyi yapmadım tabii, ama bir alternatif sundum, dikkatini başka yöne çektim, oldu bitti :) Neyse, "bırakın ağlasın"ın bebekleri üzdüğünü düşündüm hep. Tamam, hiçbirimiz hatırlamıyoruz bebekken neler olup bittiğini, ama şuna inanıyorum ki, yaşadığımız olayı hatırlamasak da o "his" kalıyor bir yerlerde. Gitmiyor. O yüzden, "terbiye etmek, bir şeyleri öğretmek" adına üzmedim çocuğumu hiç.

Ve minik adam, pazar akşamı bana "doğru düşünmüşsün anne" dedi bir yerde. Ağlamasını istemedi bebeğin. Öyle sesten rahatsız olduğundan falan değil, tepkisi üzüntüydü. Yoksa o ortamda, Defne'den de çok sesi bizzat kendisi çıkarıyordu zaten! Üzülsün istemedi Defne Bebecik, ağlamasın, mutlu olsun istedi. Kime güvenebilirdi bu konuda? Defne'nin annesine... buldu anneyi, kendince anlattı durumu. Çünkü bebekler ağladıklarında "bize bir şey anlatmaya" çalışıyorlar ve ihtiyaçları olan şey, birilerinin, genelde de "en güvendikleri kişi olan annelerinin" onları anlaması, gereğini yapması! Çınar da, yeni bebeklikten çıkmış bir çocuk olarak, görmediğimiz şeyi gösterdi bize, anlamadığımızı anlattı. ve biz de, rötarlı da olsa, anladık oğlumun demek istediğini!

Hatta, "Bebekçe" diye bir şey varsa, belki Defne'nin ne dediğini de anlamıştır, kim bilir... :) Ve daha dikkatli "dinlesek" bu çocuklar kimbilir daha neler anlatacaklar bizlere?..

22 Şubat 2010 Pazartesi

Dağ Sıçanı Sorunsalı ve Çözümü

"Nasıl yani?" dediğinizi duyar gibiyim :) Ya da "dağ sıçanı ne?" de diyor olabilirsiniz (ben demiştim)... aslında hikaye bundan yaklaşık 7 ay öncesine uzanıyor...

Çınar bir kitabın sayfalarının ters olduğunu keşfedip düzelttiğinde 10 aylıktı. Hatta, bir kitabının üzerindeki pandanın yüzü ona orantısız geldiği için (gerçekten de, gözleri fazla aşağıda o hayvanın :D) kitabı hep önce tersine çevirerek okumaya başlıyor, içini açtığında sayfalar ters kalınca yeniden düzeltiyordu :) Aslında bizim minik adamın tertip-düzen hastalığından kaynaklanıyor ters-yüz durumu. Anneannesinin ve Gülcan Teyzesi'nin elinden çok su içtiğinden midir bilinmez oğlum dehşet şekilde düzenli bir çocuk! Aldığı şeyi mutlaka "aldığı biçimde" yerine koyar (tabii, biraz öğrettik, ama içinde varmış ki çabuk kaptı), altını açtığımızda bezini koştur koştur kendisi çöpe atar, elleri kirlendi mi çekmeceden bez alır siler, misafirlere ayakkabılarını koyacakları dolabı gösterir (çünkü ayakkabılar ortada durmaz, değil mi?) ve bir şey tersse mutlaka düzeltir!

Ama işte bazen bu titizliği başına olmadık dertler açıyor... geçenlerde minik adama, öyle çok da düşünmeden "10'a Kadar Say PonPon" diye bir kitap almıştım. Maksat saymayı öğretmek değil de, çok sevdiği PonPon karakterinin yeni bir macerasını okumaktı. Önce yüz vermedi kitaba, sonra 2-3 hafta önce bir gün, yeniden gösterdiğimde pek bir çoşkuyla bakmaya başladı. Başta herşey çok güzeldi; "ayaklarını pat pat yere vurmayı seven bir tavşan, lezzetli bir çiçeğin tadına bakan iki kuş, öğle yemeğinde sinek yiyen üç kurbağa..." derken "dallardan sarkmayı seven altı neşeli dağ sıçanı" sayfasını açtı ve film koptu!

Yandaki resimde de görebileceğiniz gibi dağ tavşanları dallardan yalnızca sarkmayı sevmiyorlar, TERS sarkmayı seviyorlar! Hayır, sayfada yalnızca onlar olsa, sorun değil; ama yerde de iki tavşan onları izliyor -DÜZ bir biçimde, haliyle... Şimdi sayıca çok olan, göze çarpan, ters duran dağ sıçanları olduğu için bizim minik adam sayfayı açar açmaz hoop dedi, kitabı ters çevirdi. Ama o da ne? Bu sefer tavşanlar ters kalınca kitap bir daha düze döndürüldü. Ama bu sefer yine dağ sıçanları ters kaldı, yine kitap ters çevrildi. Ama tavşanlar bu sefer ters, hop düze döndürüldü... bu döngü ilk seferde sanırım 10-15 kere tekrarlandı. Sonra baktı olmuyor, "tavşanlar az zaten, naapiyim onlar ters dursunlar bari" dedi herhalde ve kitap tersken (dağ sıçanları düzken) okumaya devam etmek istedi. Tabii kitap ters olunca, ve tersken sayfayı çevirince bizim minik adam, dağ sıçanlarından bir önceki sayfaya geldi yeniden. O sayfada ters duran hayvanımız olmadığı için kitabı düze çevirdi, sayfayı da çevirince yeniden nereye geldi? Evet, dağ sıçanları sayfasına... haydaaaa!!!!! Buyur bakalım... Al baştan!

19 Şubat 2010 Cuma

Gel Vatandaş, Bizim Çöplüğün Domatesleri Bunlar!

Hayır, yanlış blogda değilsiniz, yanlış da okumadınız...

Tamam, bilmeyenler için, baştan anlatıyorum:

Minik adamın annesi, ben, Ocak başından beri ITC'de çalışıyorum. Ankara'nın çöpünün 4'te 3'ünün geldiği Mamak Çöplüğü'nde yerimiz. Mamak Çöplüğü'nü biz işletiyoruz. Tesisimize gelen karışık evsel atıkları organikler ve geri dönüştürülebilenler olarak ayırıyoruz. Geri dönüşümlü atıkları da türlerine göre ayırıp, presleyip, balyalayıp geri dönüşüm tesislerine satıyoruz. Plastikleri de yine burada, kendi tesisimizde plastik hammadesine çeviriyoruz. Organik atıkları ise havasız çürütme tanklarında çürütüp biyogaz ve kompost (yani gübre) elde ediyoruz. Biyogazı elektrik motorlarında yakarak hem elektrik enerjisi üretiyoruz, hem de küresel ısınmaya etkisi karbondioksitten 21 kat daha fazla olan metan gazını yararlı bir iş için kullanmış oluyoruz. Şu an ürettiğimiz enerji, 100000 evin ihtiyacını karşılayacak kadar; yani Mamak ilçesinin elektrik enerjisi ihtiyacı bizim tesisten karşılanıyor!

Hala "domatesle ne ilgisi var bütün bunların?" diyorsunuz, değil mi? Şöyle efendim: Elektrik enerjisi üretirken, gazı yaktığımız için, ortama atık ısı çıkıyor. Biz bunu havaya vermektense, tesisimizin içinde kurduğumuz seraları ısıtmada kullanıyoruz. Böylece:
  • Ankara gibi kışları çok soğuk geçen bir şehirde çok düşük maliyetle sera işletmiş oluyoruz,
  • Atık ısıyı değerlendiriyoruz,
  • Yakma sırasında havaya salınan karbondioksiti fotosentez sayesinde tüketiyoruz (ve oksijen sağlıyoruz),
  • İklim değişikliğine neden olan sera gazlarının salınımını azaltıyoruz,
  • Hem de süper lezzetli, sağlıklı domatesler yetiştiriyoruz!


Ve bizim minik adam domatese, özellikle de buradan yediklerine BAYILIYOR! Kahvaltısında mutlaka domates de olacak, yoksa yumurtasını yediremiyoruz -bir kaşık domates mammaaaaam, bir kaşık yumurta mammam! Ama domatesin içinde az zeytinyağı ve kuru reyhan/kekik/naneden biri de olmalı mutlaka -öyle de gurmeyiz! Ben de, kış mevsiminde de olsa oğluma gönül rahatlığıyla lezzetli ve sağlıklı domatesler yedirmiş olmanın keyfini çıkarıyorum! Tabii ailecek nasipleniyoruz bu lezzetli, mis kokulu domateslerden...

Peki, kış domatesi olduğu halde neden mi sağlıklı? Çünkü:

Topraksız, kontrollü tarım: Seranın bulunduğu yerin altı, üzeri kontrollü olarak kapatılmış çöp. Dolayısıyla köklerin toprağa uzanmasını engellemek gerek. Resimdeki beyaz poşetlerin içinde kokopit var -hindistan cevizinin dış samanı, kök tutma ortamı olarak kullanılıyor. Domatesler siyah minik borulardan verilen suyun içindeki besinlerle besleniyor.

Hormonsuz: Tozlaşma arılarla sağlanıyor -bkz. yukarıdaki resimde, resmin sonundaki arı kovanlarımız. Dolayısıyla hormona gerek kalmıyor :)

İlaç kalıntısı yok: Zararlılarla mücadele için ilaç şart! Ama ilaçlamadan sonra gerektiği kadar beklendiği ve o sırada hasat yapılmadığı için domatesin kabuğunda kimyasal madde kalmamış oluyor.

Hmm, biraz bizim şirketin reklamı gibi oldu, ama ben burada yaptığımız her işi çok seviyorum! Hem oğluma temiz bir gelecek bırakmak için çalışıyorum, hem de eve lezzetli domatesler götürüyorum, daha ne olsun! (Ne kadar da naifmişim...)


Sevgiler!

NOT: Ankara'da olanlar için, belli zamanlarda domateslerin satışı da yapılıyor, almak isteyenleri çöplüğümüze bekleriz :)

16 Şubat 2010 Salı

(OTUZ) ARTI (BİR)

Geçen sene böyle değildi de, bu sene +1 demek garip geldi bana...

Sayı her ne kadar sevimsiz olursa olsun, öyle güzel geçti ki bu 30+1 sene!

Her yılı canım ailem, bi'tanecik kardeşim, biricik ablam/eniştem/yeğenlerim, sevgili kuzenlerim & ananem & teyzelerim & özellikle geçen sene hayatımı renklendiren, kolaylaştıran, daha da mutlandıran Ruhan Teyze'm & amcalarım & dayım, beni kendi kızları, kardeşleri gibi gören, hep özel olduğumu hissettiren Çelik ailem, hayatıma renk ve coşku katan dostlarım (Cianan'ım, Aslı'm, Seda'm, Ezgi'm, Tuba'm, Nuray'ım...) sayesinde sevgi dolu...

Son 11 yılı aşkım, minik adamın babası sevgilim sayesinde aşk dolu...

Hele son iki yılı, minik adam adam sayesinde daha bir keyifli, daha bir neşeli, daha bir yaşamın, yaşamanın kıymetini bilir...

Geçen sene 4.5 aylıktı minik adam, pek bir şey anlamamıştı haliyle... bu sene de çok bir şey anladığı söylenemez ama sabah "hadi anneni öp bakalım" dediklerinde yanağıma "mmmm" diye kondurduğu öpücük dünyada bana verilebilecek en güzel hediyeydi.

'30+1'de beni dünyanın en mutlu doğumgünü çocuğu yaptın bebeğim! Teşekkür ederim!

Aslında, dolu dolu, harika geçen bu 31 yıl için yukarıda saydığım herkese çok çok çok teşekkür ederim...

Hepinize buradan kocaman kocaman bir öpücük!!!

Güncelleme: Minik adam ve annesi, dün (16 Şubat 2010), minik adamın en sevdiği mekanda :)

13 Şubat 2010 Cumartesi

Minik Adamın Kitapları (10 Ay ve Sonrası...)

Önsöz

Kitap listemizi "0-10 ay" ve "10 ay ve sonrası" olarak ikiye ayırmayı tercih ettim. Hem yazı çok çok uzamasın diye, hem de bizde öyle bir milat var çünkü, 10 aylık olduktan sonra minik adam birden büyüdü sanki :) Tercihleri değişti, daha bir "adam" oldu. Bu durum kitaplara da yansıdı haliyle... O yüzden, 0-1 yaş değil de, 0-10 ay... Bu bölümde 10 aylık olduktan sonra okumayı sevdiklerimiz ve son zamanlardaki favori kitaplarımız var.

Bundan önceki yazılar: Minik Adamın Kitapları (0-10 Ay)

Minik Adamın Favori Kitapları

Aslında bu listedeki kitapların neredeyse yarısını 10 aylık olmadan önce almış ve okumaya başlamıştık. Ama hala çok severek okuduğumuz, keyifli zaman geçirdiğimiz, görünce heyecanlandığımız için bu listeye yazmayı tercih ettim. "10. aydan sonra da okunabilecek" kitaplar olarak değerlendirilebilirler belki :)

Listeyi oluştururken sıralamayı aldığımız zamana göre yapmaya çalıştım... Minik Adamın kütüphanesinin en güzide kitapları aşağıda, buyrun efendim:

1- Tırtıl Dizisi -Parkta:
Bu kitapla Çınar 8 aylıkken tanışmıştı... İkimiz de bu kitaba farklı nedenlerle bayılıyoruz:
Çınar'ın ilgisini parlak renkleri ve net, sevimli çizimleri çekmişti. Ben ise içeriğine bayılmıştım -Çınar'ın ilk sürreal kitabı! 
"Sarı ördek köpeğini gezdiriyor, kuzucuk koşuyor, (...) domuzcuk ördekleri yemiyor, (...) kurbağacık düşüyor!"
İşte bizim minik adamın 9 aylıkken "kurbağacık nasıl düşmüş?" diye sorduğumuzda kendini yerden yere atmasına neden olan sevgili kitabımız budur! Yani bir süre sonra oradaki hayvanların neler yapmaya başladığını da anlamaya çalışmıştı :)
Bu kitap serisinin Okulda, Tatilde, vs gibi versiyonları da var. İlgilenenlere duyurulur...

2- Kim Kimdir Vahşi Hayvanlar:
Bu kitabı Çınar 9 aylıktan beri severek okuyor, inceliyor. Hem "dokun-hisset" kitaplarından hem de içeriğinin, Evren'in deyimiyle, "belli bir ahengi var".
"Fil: Aslında bu hortum ayaklarına kadar uzanan bir burun, hadi uzat elini, dokun kulağına o duymadan seni"
"Zebra: Siyah-beyaz çizgili zebra, güneşin parıldadığı ovalarda yaşar. Ama bir aslan gördü mü, kaçıp saklanacak yer arar"
Her sayfadaki hayvanın vücudunun bir bölümü o hayvanın gerçek derisine benzeyen bir malzemeyle kaplanmış. Çınar özellikle tukana ve iguanaya dokunmaktan çok hoşlanıyordu. Şimdi de ben okurken o da hayvanların seslerini taklit etmeye calışıyor :)

3- Pocoyo Saklambaç Oynuyor/ Pocoyo Hazır Dikkat Başla:
Pocoyo ile yine 9 aylıkken tanıştık. O günden beri de kendisini çok seviyoruz! Sadece Pocoyo'yu mu? Hayır, arkadaşı pembe fil Elly'yi, köpek Loula'yı, ve hatta son kitapta tanıştığımız Pato'yu ve Uykucu Kuş'u da. Çok sevimli 5 karakter yaratmışlar. Altta yatan mesajları da öyle çok çocuğun gözüne soka soka vermiyorlar. Kısaca, gerçekten eğlenceli kitaplar!
İlk Pocoyo kitabımız Saklambaç Oynuyor'da yaramaz Pocoyo anlatıcının "hangi oyunu oynamak istiyorsunuz?" sorusuna aldırmadan ordan oraya saklanıyor, arkadaşı Elly de peşinden koşturup onu bulmaya çalışıyor. Bizim minik adam da kulakları kaldırıp Elly'nin Pocoyo'yu bulmasına yardım ediyor. Sonra Elly saklanıyor, Pocoyo buluyor... sonra gece oluyor, hepsi uyuyorlar :)

İkinci kitabımızı daha yeni aldık sayılır, 1-2 ay ancak oldu. Bu macerada da Pocoyo ve Elly arabayla gezerken, gezintileri bir yarışa dönüşüyor. Sonra yarışa Uykucu Kuş da katılıyor. Kah Pocoyo, kah Elly önde giderken başlarına bir kaza geliyor... sonrası kitapta :))

4- Bubi ve Çiftlikteki Hayvanlar:
Bu kitabı da anneanemiz Çınar 10 aylıkken almıştı. Sevimli ayı Bubi çiftliğe gidiyor, oradaki hayvanlarla arkadaşlık ediyor.
Ama biraz bilmiş kendisi, bazen öğütler veriyor, bazen hasta hayvanları iyileştiriyor: "Küçük ördek de ötekilerle yüzmek istiyor ama çok utangaç. Bubi diyor ki: haydi küçüğüm, onlar da senin gibi ördek", "Küçük eşek çok çilek yiyerek midesini bozmuştu. Bubi ona şurup içirdi, eşek hemen iyileşti".
 Bazen de "okura" mesaj vermeye çalışıyor: "Buzağı annesinin memesinden süt emiyor, böylece güçlü olacak ve sağlıklı büyüyecek"
Ama Bubi çok sevimli bir ayıcık, hayvanlar da Çınar'ın o kadar çok ilgisini çekiyor ki bir oturuşta döne döne 3-5 kere okuyabiliyoruz bu kitabı :)

5- Pisi Kedi'nin Mutlu Günü:
Pisi Kedi ile tanışmamız aslında 40 günlükken olmuştu -kuzen Balca'nın "Pisi Kedi Oyun Zamanı" kitabına daha o kadarcıkken çok ilgi göstermişti bizim minik adam. Sonra 7-8 aylıkken o kitabı biz de almıştık. Ama 10 aylıkken aldığımız bu kitap en favori Pisi Kedi kitabı oldu.
"Pisi Kedi bugün çok mutlu, bugün güzel bir gün..." Sağolsun Pisi Kedi ve sağa sola saklanan dostları ve eşyaları, bizim her sıkıntılı süt içme seansımızı da mutlu kılmıştı :)
Pisi Kedi'nin Mutlu Günü, tam bir kulaklı kitap (flap book) -içinde 40 tane açkapa kulağı var. Kulakların altından kah Ayıcık çıkıyor, kah anne kedi, bazen bir örümcek... Bazen de Pisi Kedi'nin arkadaşlarının yaptığı aktivitelerin sonuçları! Son sayfada ise Pisi Kedi ve arkadaşları saklambaç oynuyorlar, biz de onları saklandıkları yerlerden (yani kulakların altından) bulmaya çalışıyoruz!
Ben Pisi Kedi'nin çizimlerini de çok seviyorum, Çınar özellikle Ayıcık'a bayılıyor! Bir de Alma'ya! Çünkü Alma kutuları "BAAAAMMMM" deviriyor bu kitapta!

6- Minik Arkadaşım Şirin Ayı:
Şirin Ayı ile 1 yaşımıza yakın tanıştık. Çınar'ın ilk "öykü" kitabıdır kendisi.
Bir gün evde Şirin Ayı'nın karnı gurrrr diye gurulduyor, ama yiyecek bir şey bulamıyor; dolaptaki kurabiyeler de çok yüksekte. O da yiyecek bir şeyler bulabilmek için ormana gidiyor...
O güne kadar sürekliliği olan hikayeleri uzun uzadıya dinleyemeyen minik adam, Şirin Ayı'nın macerasını baştan sonra dinleyip tekrar okumamı isteyince çok şaşırmıştım! Kitabın çizimleri çok da göz alıcı değil, ama görünen o ki miniklerin ilgisini epey çekiyor :)
Bu serinin bir de "Şirin At" olanı var. Çınar onu da seviyor, ama favorisi hala Şirin Ayı :) Hele ki karnının "Gurrr" diye guruldamasına çok gülüyor!

7- Minik Tavşanlar -Güzel Bir Yaz Günü:
Minik Tavşanlar, PonPon ve kardeşleriyle, Çınar 12 aylıkken tanıştık, ve o günden beri elimizden düşürmüyoruz! Zaten şu PonPon'un sevimliliğine bakar mısınız? Ben bile bayılıyorum ona!
Güzel bir yaz günü, PonPon ve kardeşleri göle gidiyorlar, nehirde gezintiye çıkıyorlar, piknik yapıyorlar...
Çınar bu kitabı da üst üste defalarca okutabiliyor bana. En çok da tavşanların "floşşş, flopppp" diye göle atladığı sayfayı seviyor! Galiba çocuklara kitap okurken canlandırma yapmak çok önemli. Ben her okuduğumuz kitabı teatral olarak dile getirmeyi seviyorum. Sanırım bizim minik adam da buna alıştı, ona kitap okuyan herkesten aynı muameleyi bekliyor :)

8- Minik Tavşanlar İyi Geceler PonPon:
Hiç kapağına aldanmayın, PonPon'un uykusu falan yok :) İtiraf ediyorum, bu kitabı 14 aylıkken, bizim minik adama uyku öncesi okuyayım, belki uykusu gelir diye almıştım. "Eğitsin" diye aldığım ilk ve tek kitaptır herhalde :) Eğittiği de söylenemez ama çok eğlendirdi!
"Gökyüzünde yıldızlar parlıyordu, bütün tavşanlar evlerine gitmişlerdi... PonPon hariç! Onun daha uykusu gelmemişti..." Böyle başlıyor gece hikaye, PonPon bütün ormanda dolaşıyor ve bütün hayvan arkadaşlarının teker teker uyuduklarını görüyor. Sonra evine gidiyor, tavşan kardeşleriyle babasının anlattığı masalı dinliyor, ama yine en son o uykuya dalıyor :) Aslında sanırım PonPon, hem zor uyumasıyla hem de afacanlığıyla bizim minik adama çok benziyor! Bu yüzden de Çınar bu kitaba bayılıyor! Uykusuz PonPon'u defalarca okuyoruz... hatta gece minik adamı yatırırken, ışıkları söndürüp, kucağımda masal olarak anlatıyorum bu hikayeyi. Normalde kurtlanıp 10 saniyede kucaktan kurtulmaya çalışan oğlum, öykü bitene kadar yerinden kıpırdamıyor. En sonunda "PonPon da uyumuş, hadi sen de uyu" deyince, eliyle "sus" işareti yapıyor ve kendisini yastığın üzerine atıyor :)

9- İlk Adımlar Dizisi -Sözcükler (12-18 Ay):
Bu kitabı da Çınar 15 aylıkken aldım, ikinci "kelime" kitabımız. Normalde pek yüz vermedğiğim kelime kitaplarından biraz daha farklı. Her sayfada bir tema var, kıyafetler, banyo, yiyecekler gibi... ve altında da kitabı interaktif okumak için soru önerileri "hangileri yuvarlaktır?", "hangisini gece yatarken giyeriz?"... Soru önerilerinden de yararlanıyoruz kitabı okurken ama ben daha çok kendim o resimleri hikayelerle anlatmayı, ya da "Çınar'a anlattırmayı" seviyorum! Mesela banyo sayfasında küveti gösterip "tavşan küvette ne yapıyor?" diye soruyorum, minik adam da elleriyle göğsünü ovuşturuyor -yani banyo yapıyor demek istiyor. Ya da lazımlığı gösterip "burada ne yapıyoruz biz Çınar?" diyorum, o da "çişşşşş" diye yanıtlıyor :)) (yok, hala bezimiz var, ama teorimiz tamam :P). Pijamayı gösterip "bunu ne zaman giyiyoruz?" diye sorunca da hemen "eee eeeeeee" diyerek uyuduğu zamanı anlatmaya çalışıyor :) Bir de en sevdiği sayfa çeşitli meyvelerin olduğu "mamma" sayfası. Ne zaman kendisi de meyve isimlerini söyleyecek bilmiyorum ama her seferinde 20 kere falan elma demek bana çok komik geliyor :)
Bu serinin bir de "Hayvanlar" olanı var. Sanırım Çınar onu da sever, ama gittiğim bir kaç kitapçıda bulamadım... bakalım...

10- Haydi Beni Bul -Renkler/Sözcükler:
Bu da en son aldığım (16 ay) ve yine sevdiğimiz bir diğer kelime kitabı serisi. Şekillerin hepsi sanki oyun hamurundan yapılmış gibi, bence çok güzeller. Bizim minik adam da bu serideki şekillere bakmayı çok seviyor. Yine boş geçmiyoruz, baktığımız şekillere hikayeler yazıyoruz...
"Bu uçak... dayı uçağa bindi, vuuuuuu diye İstanbul'a askere gitti. Sonra yine binecek, yanımıza gelecek!" (Bu sırada Çınar da "vuuuuu"luyor tabii...)
"Bak çocuk kaydıraktan kayarken düşmüş, dizi acımış, ağlamış. Nasıl ağlıyor çocuk? (Çınar ağlama taklidi yapıyor) Peki öper misin geçsin? (Çınar eğilip kitabı öpüyor)"
Aslında bence, hikaye kitapları çocuklara bu kelime kitaplarından daha fazla kelime öğretiyor. Ama zaten ben Çınar'a illa bir şey öğrensin diye almıyorum bu kitapları, keyifli zaman geçirsin, kitapları sevsin diye alıyorum... 10 kelime söylemiş, 1000 kelime söylemiş çok da umrumda değil, kitaplarla ne kadar haşır neşir olduğunu görmek, kitapları sevdiğini görmek, iyi vakit geçirdiğini görmek yetiyor bana!


Ufak bir not olarak sevmediğim kitap türlerini de yazayım hemen: "eğitim dizisi" adı altında herşeyi çocukların gözlerine gözlerine sokarak anlatan kitapları sevmiyorum. Bir de "konuşan" kitapları! Elektronik bir ses niye okusun yani onlara? Ya annesi/babası/bir sevdiği okusun kitapları çocuklara, ya da alsınlar sayfaları kendileri çevirsinler, varsın okuyamasınlar, ama hayal güçleriyle kendilerine sessiz hikayeler kursunlar...

Minik Adamın Kitapları (0-10 Ay)

Önsöz

Blog dünyasına tepeden balıklama dalınca böyle oldu işte... meğer "mimleme" diye bir şey varmış. Bir arkadaşın bloguna bir konuda yazı yazıp seni de "mimlerse" meğer senin de o konu hakkında yazı yazman ve diğer arkadaşlarını da "mimlemen" gerekiyormuş -ki konunun sürekliliği sağlansın :) Ben yeni fark ettiğim için bu durumu, Evren'in beni "mimlediği" Bebek Kitapları Top Ten yazısından sonra bu yazıyı yazmaya ancak oturabildim.

Kitap listemizi "0-10 ay" ve "10 ay ve sonrası" olarak ikiye ayırmayı tercih ettim. Hem yazı çok çok uzamasın diye, hem de bizde öyle bir milat var çünkü, 10 aylık olduktan sonra minik adam birden büyüdü sanki :) Tercihleri değişti, daha bir "adam" oldu. Bu durum kitaplara da yansıdı haliyle... O yüzden, 0-1 yaş değil de, 0-10 ay... 

İlk listemiz aşağıda, birilerine yararı olabilmesi dileğiyle... sevgiler...



Minik Adamın 0-10 Ay Kitapları: Okusun da Büyüsün...

Çınar, dedesi sayesinde, kitaplarla 3 günlükken tanıştı :) Kendisi ne düşünmüştür, deli mi bunlar, demiş midir bilemem ama biz çok gülmüştük halimize! Hele de, dedesinin Çınar'a bir kitap gösterme seansında Çınar'ın ağlayarak "okumayı" yarım bırakması üzerine anneannesinin "kitap aralığı koyalım da kaldığı yeri unutmasın oğlum" demesi aylarca bizi kahkahalara boğmuştu!

Sonrasında ilk 6 ay hep bez kitaplar oldu hayatımızda. Hışırtılı, sesli, parlak şekilli. 6 aydan sonra karton kitaplara geçtik. Kitaplara hep severek baktı minik adam, onlara hep layık olduğu değeri verdi. 9-10 aylıkken kulaklı kitapların kapaklarını kendi açmaya başladı, kulakların arkasındakileri merak etti... Hatta ve hatta o kulakların arkasında neler olduğunu hafızasına kazıdı; kitaplarından birini anneanesinde unuttuğumuzda ısrarla o kitabı aradı, bulamayınca sinirlendi, sonra kendisine verdiğimizde sevinç çığlıkları attı! Yine 9 aylıkken, bir kitabı sayesinde (ama bu kitabımız, hala severek okuduğumuz için, bir sonraki yazıda) "kurbağacık nasıl düşmüş?" sorusuna kendisini yana eğerek yanıt vermeye bile başladı (kitaptaki kurbağacık da aynen kendisi gibi paat diye yana düşüyordu)!

8 aylıktan beri kitaplarımız, oyuncaklarımızdan daha kıymetli oldu hep. Onlarla hep daha çok vakit geçirdik. Öyle olsun diye zorlamadık minik adamı, kendisi öyle istedi. Biz de bayıldık tabii!!! İşte aşağıda keyifli vakit geçirdiğimiz kitaplarımızın listesi:

1- Minik Bebeğimin İlk Kumaş Kitabı -Hayvanlar: 
Siyah-beyaz-mavi renkler, hışırtılı sayfalar, hayvan suratları... Çınar bu kitabı defalarca inceledi, hep de çok keyif aldı. Hatta 4 aylıkken yatağında uzanmış bu kitabı "okurken" çekilen bir fotoğrafı var ki benim favorilerim arasındadır...

2- Büyük Kedi-Küçük Kedi:
"Karşında küçük kedi... küçük kedinin canı uyumak istiyor..."
Ama uyuyacağı her yerde yaramaz bir hayvan bir iş yapıyor. En sonunda annesi büyük kedi, küçük kediyi yanına çağırıyor ve koyun koyuna uyuyorlar!
Çınar bayılmıştı bu kitaba, hala da nerede görse eline alıp, yanıma geliyor, kucağıma kuruluyor, birlikte küçük kediye uyuyacağı yer bulmaya çalışıyoruz :)


3- Nuby Çevir ve Eğlen Dişlikli Kumaş Kitap:
Bu kitap İngilizceydi, ben de Çınar'a Türkçe'ye çevirip okuyordum. "Kanguru Katy zıp zıp zıplamayı seviyor, ördek Dicky yemek yaparken şarkı söylemeyi, ayı da Barry de kitap okumayı..."
Sonra bir gün, İngilizcesinin kafiyeli yazıldığını fark edince, orijinal dilinde okumaya başladım: "Katy likes to jump her rope, while Monty looks through his telescope... Dicky dances while he cooks, but Barry likes to read his books!" Çınar yine hışırtılarıyla ve üzerindeki hayvanlarla daha çok ilgilendi tabii... Olsun, kitabın "melodisi" kulağında kalmıştır sanırım :)

4- Ce-eee Oyun Zamanı ve Ce-eee Banyo Zamanı:
İlk kulaklı kitaplarımız bu Ce-eee serisiydi. Banyo zamanında en çok penguenin çıktığı sayfayı seviyordu minik adam, havludan göbeğini okşayıp duruyordu, çığlıklar havada uçuşuyordu, bir de en son sayfadaki kurbağaya çok coşku gösteriyordu. Zaten, neden bilmiyorum ama, kurbağalardan çok hoşlanıyor. "Vrak vrak vrak" demelerinin etkisi olabilir mi?
Oyun Zamanı ise daha sonra en favori kitabı oldu! Girişte bahsettiğim "anneannemizde kalan kitabımız" buydu ve Çınar bütün kitaplarında (özellikle de Banyo Zamanı olanda) bu kitabın ilk sayfasındaki fili aramış durmuş, sonra kitabı getirdiğimizde fili bulunca çığlık atmıştı! Kitaptaki her kulağın arkasındaki "oyuncak" sırayla bir dönem favorisi oldu! Atların "ihiiiiii" diye kişnediğini ve trenlerin "çuf çuf" yaptığını bu kitaptan sonra söylemeye başladı :)

5- İlk Kitabım Yavru Kediler ve İlk Kitabım Yavru Köpekler:
Bu kitaplardaki kedi ve köpek resimlerine ben bile bayılıyorum. Çoğunun altına yazdıkları isimler de görünüşleriyle çok uyumlu. Çınar bir ara yemek yerken bu kitapları elinden düşürmüyordu. Ben de yalnızca isimlerini söylemek yerine kedilere ve köpeklere hikayeler uyduruyordum:
"Bilgin kedi kedilerin en çok şey bileniymiş... bütün kediler ona danışırlarmış"
"Pıtır ve Kıtır iki kardeşmiş -Pıtır yaramaz olan, baksana, Kıtır'ın tepesine çıkmış..."
Hatta bizim minik adam dil çıkarmayı bu kitaplarda dilleri dışarıda dolaşan kedi ve köpeklerden öğrendi :)) Hala bu kitapları gördüğü zaman uzun uzun bakıyor, "miyav" demeye çalışıyor, kendi kendine havlıyor!

"Bebek" kitaplarımızdan en sevdiklerimiz bunlardı... hala severek bakıyor hepsine (hmm, 1'i artık göstermiyoruz haliyle, 3'ü de kuzenimiz Irmak'a verdik, okusun da büyüsün diye). Ama artık biraz daha "abi" olduğu için daha konulu kitaplar ilgisini daha çok çekiyor. O kitaplardan da bir sonraki yazıda bahsedeceğim...

O zamana kadar, hoşçakalın!

10 Şubat 2010 Çarşamba

Minik Adam Mutfakta

Tüm çocuklar gibi bizim minik adam da bir mutfak hayranı! Nasıl olmasın ki? Açtığı her çekmeceden, her dolaptan, uzandığı her raftan birbirinden ilginç şeyler çıkan bir mekan mutfak! Üstelik minik adamın annesi, onun yetişebileceği çekmecelerin, dolapların, rafların içini zararsız mutfak araç-gereçleriyle doldurduğundan beri kimse minik adama "orayı açma, yapma, onu alma" diye karışmıyor da... En fazla -o da ara sıra- parmaklarını azıcık çekmecelere sıkıştırıyor, ama "sihirli öpücük" yapıyoruz, geçiyor! Minik adam da bir dahaki sefere daha dikkatli oynuyor :)


Favori mekanımız, anneannemizin mutfağı

Bu akşam misafir geleceği, ve geliş saatleri bizim işten dönüş saatimize denk geleceği için hazırlıkları dünden tamamlayayım istedim. Çınar'ın mutfak ve mutfak araç-gereci sevgisini de gözönünde bulundurarak bu hazırlıklara onu da dahil etmeye karar verdim -maksat hem çocuk değişik bir şey görüp eğlensin, hem de ben zamandan kazanayım! En sevdiği mutfak aktivitesi olan "robot çalıştırma"yı da barındırdırdığı için "anneanne keki"nde karar kıldım! Malzemelerin bir kısmını tezgahın üzerine dizdikten sonra, Çınar'ı da malzemelerin yanına, tezgahın üzerine oturttum. Önce yumurtaları ve şekeri "e-buuuuuuuuu"yla çırptık.

Sakar anne, şekeri kavanozdan bardağa boşaltırken yine tezgaha döktüğü için Çınar da parmaklarıyla o dökülen beyaz şeyin ne olduğunu keşfetmeye başladı. Ama şeker ellerine yapışıp kalınca durumdan pek hoşlanmadı doğrusu... Minik adam şekerle uğraşadursun, anne yağı, sütü, vanilyayı ve kabartma tozunu da ekledi robotta çırpılmış halde bekleyen şeker ve yumurtaya. Sonra portakal kabuğu rendelemeye girişti. Tabii minik adam da arkasından. Önce ne yaptığımı anlamak için dikkatli dikkatli baktı, sonra kendisi de rendelemeye çalıştı (anne önce rendenin minik adama zarar verebileceğinden endişe etti, ama sonra bir şey olmadığını görünce rahatladı). En son, portakal kabuklarını ve unu da robota ekleyip yeniden "eee-buuuuuu" yaptık! Son çırpmanın ardından Çınar'ın ilgisi kekten duvarda asılı telefona dönünce, halihazırda savaş alanına dönmüş mutafığımızda, gayrı-sıhhi görüntüler çıkmış olsa da ortaya, kekimiz pişme aşamasına geldiğinden çok da umursamadık durumu :)



Bir süre telefonu açıp kapayıp hayali olarak ananeyi, dedeyi, dayıyı aradıktan sonra, madem birlikte dağıttık birlikte toplayalım dedik. Yani ben dedim... Neyse ki minik adam, aynen babası gibi görev adamı olduğundan, buzdolabına koyulacak şeyleri pıtır pıtır götürüp dolaba yerleştirdi. Bulaşıklar için de, bulaşık makinesinin kapağına tırmanıp içine girmek suretiyle yardım etmeye çalışıyordu ki babamız olaya müdahale etti, üst-baş değiştirmek için odaya yollandılar. Anne de mutfağı bir güzel temizleyip keki fırına koydu...
Merak edenler için, anneanne kekinin malzemeleri aşağıda, tarifi yukarıda anlattım zaten...


Anneanne Keki

2 yumurta

1.5 su bardağı şeker

1 su bardağı sıvıyağ

1 su bardağı süt

1 paket vanilya (1 çorba kaşığına denk geliyor)

1 paket kabartma tozu (1 çorba kaşığına denk geliyor)

1 portakalın kabuğunun rendesi

Aldığı kadar un (yumurtanın boyutuna göre, 2-2.5 su bardağı)

Kekin tadına bu akşam bakacağız, ama minik adamın eli değdiği için eminim her zamankinden çok daha lezzetli bulacağız... Denerseniz, size de afiyet olsun! Ya da bir gün bize gelin, minik adam size de yapsın!

Minik Adamın Boya Kalemleri

Merhaba!

Sanırım her çocuk hayatının bir döneminde kalemlere, kalemlerle sağı solu, üstünü başını çizmeye, ve yine aynı kalemleri ağzına, gözüne götürerek yüreğimizi hoplatmaya bayılıyor! Benim oğlum gibi... Sağı solu çizmesi yine neyse de -tamam, tabii ki yapılmaması gerektiğini öğretmeliyiz- o tükenmez ya da kurşun kalemleri gözüne ya da ağzına götürdükçe yüreğim hopluyordu!

Her çocuk resim yapmak zorunda değil tabii ki, ama "kalemle bir yerlere iz bırakabilmek" sanırım her çocuk için çok cezbedici. E bu arada, resme falan da yeteneği varsa, neden ortaya çıkarmayalım ki? Her seçeneği önüne sunmak lazım! Lazım da, kırtasiye markaları sanırım "3 yaşından sonra çıkar o yetenek, o zamana kadar boya moya yok size" anlayışıyla çalıştıklarından geçen haftaya kadar 3 yaşın altına -dolayısıyla Çınar'a- uygun boya kalemi bulamamıştım! Hepsinin üzerinde "3 yaş altına uygun değildir" uyarısı vardı... Ama geçen hafta internetten araştırırken Carioca markalı mum ve gazlı boyaları buldum! 1 yaş üzeri çocuklar için uygun, su bazlı ve gıda boyasıyla renklendirilmiş, üstelik de kolayca silinebilen boyalar! Harika! Ahmet gibi, internetten almak istemezseniz Ankara Cepa'daki Nezih'te de var (ama galiba gazlı olanlardan var, mum boyaları Ahmet bulamamış).




Biz de Çınar'a gazlı kalemlerle birlikte kocamaaaaaan bir de resim defteri aldık ki özgürce karalasın. Aslında bir sonraki hedefim Çınar'ın odasında bir duvarı, boyunun yettiği yere kadar kağıtla kaplayıp "Bak bu, senin duvarın. Diğer duvarlara değil, ama bu duvara istediğin şeyi çizebilirsin" demek. Şu noktada gururla söyleyebilirim ki, daha Çınar doğmadan bu fikri üretmiştim; ve pedagog da bize aynısını tavsiye etti! Daha hayata geçirmedim bu fikri, önce Çınar'ın boyalara alışmasını bekliyorum biraz... belki bu hafta sonu.

Evet, benim yemekler dışında herşeyi yeme gayreti içerisindeki oğlum boya kalemlerini de türlü biçimlerde kullanmayı tercih ediyor bu ara. İlk başta çizdi, boyadı her yeri: üstünü, ellerini, mama sandalyesini, kağıtları, yerde kağıtları boyarken bir miktar da halıyı... allahtan gerçekten çok kolay çıkıyor boyalar, hiç iz bırakmıyor. O yüzden biz de biraz özgür bıraktık ki tadını alsın. En çok ellerinin boyanmasına şaşırdı! Bize gösterip gözterip durdu. Biz de kendi ellerimizi boyayarak bunun normal olduğunu anlatmaya çalıştık. Sonra yeni bir şey keşfetti: gazlı kalemlerin kapaklarını parmak kukla yapmak! Bu da tamamen kendi fikriydi! Tabii ki takdir ettik kendisini "hayır ama, onlarla yazılır, parmağa takılmaz" diyen olmadı allahtan aileden :) Herşey iyi güzel giderken geçen akşam boya kalemlerini ağzına sokmak geldi aklına, ve tadını da sevdi sanırım, çıkaramadık ağzından! Tamam gıda boyası şudur budur ama cuk cuk emiyor kalemleri! Bir de üstüne sarı olanının ucunu kopardı, bir süre ağzından alamadım! Eme eme pembe ve sarının boyası gitmiş sanırım... Nasıl vazgeçireceğim bu işten Çınar'ı bilemedim... O yüzden şimdi bir de mum boyayı deneyeceğim, onu ememez nasıl olsa, ama uçlarını kırıp kıtır kıtır yemeye kalkarsa gerçekten resim işi 3 yaşına kalacak sanırım :))


Pedagog aslında parmak boyaları da önerdi (ve aklıma hemen Evren geldi!). Bimiyorum Çınar hoşlanır mı? Çünkü eli battığı zaman bu ara hemen ya kendi üstüne ya da benim üstüme siliyor :)) Bir de pedagog, suyu seven ve sağının solunun kirlenmesine takmayacak çocuklar için -benim de hoşuma giden- bir oyun önerisinde de bulundu. Yazın oynanabilecek bu oyunda, bir leğenin içine su doldurup parmak boyasıyla renklendirdikten sonra çocuğunuzu leğene sokuyorsunuz ve yere serdiginiz çarşaf/kağıdın üzerinde gezinerek izler bırakmasını ya da ellleriyle ayaklarıyla boya yapmasını izliyorsunuz :) Ben böyle bulaşık işleri pek severim, o yüzden oyun hoşuma gitti. Yazın Çınar'la bir deneyeceğim, tabii yine 3 yaş altına uygun parmak boyası bulabilirsem!

Buradan Çınar'ın yarattığı sanat eserlerini sizlerle paylaşabilmek dileğiyle, sevgiler :)

NOT: Minik adam, bakıcısı ve ben bu "resmi", ben bu yazıyı yazdıktan bir süre sonra yaptık... ben de ilk sanat eserimizi paylaşmak istedim :)) (helezonik yeşil şekil bana ait, yuvarlaklar Mine Teyzemiz'e, kalan serbest şekiller oğluma...)

8 Şubat 2010 Pazartesi

Uykuya Özgürlük!

(Uyarı: bugün canım fena halde sıkkın... o yüzden yazı renksiz, resimsiz, biraz olumsuz olmuş olabilir... ama hayat da acı ve tatlıdır, değil mi?)
Giriş:
Hamileliğimin son aşamalarında, biraz da benden önce bebek sahibi olmuş arkadaşlarımın etkisi ve yönlendirmeleriyle, uyku konusunda biraz araştırma yapmış, doğumundan itibaren Çınar'ın uykusu düzenli olsun diye "çalışmalara" başlamıştım... Gündüz bizim bulunduğumuz, ışıklı, nispeten daha sesli ortamlarda yatırıp, emzirirken/altını açarken gayet normal, neşeli, sesli hareket ediyorduk hepimiz; gece uykusuna geçeceği zaman ise sessiz, loş ışıklı (ışığı tamamen kapatmaya cesaret edemiyorduk, neden bilmiyorum), yatak odasına alıp, emzirirken/altını açarken son derece sessiz olmaya, fısıltıyla konuşmaya özen gösteriyorduk. Tüm bunların etkisi oldu mu olmadı mı pek emin değilim ama Çınar 2-3 gün içinde gece ve gündüz ayrımını yapmış, emmek için uyansa da gece uyuyan bir bebek olmuştu.

Gelişme -Güzel Günler...

40 günden sonra da her akşam 6-7 gibi banyosunu yaptırıp gece uykusu rutini hazırladık kendisine. Gerçi, biz ne yaptıysak, uyku saatlerini hep "o" belirledi. 40 güne kadar gece 11'de gece uykusuna geçti, 40 gün 3 ay arası 9:30 dedi mi kesinlikle uyumuş olmayı istiyordu. 3 aydan sonra ise 7 gibi yatıp sabah 6'ya kadar uyuyordu (tabii ki aralarda kalkıp emerek). Sonra yaza doğru uyku saatini 8'e çekti, yazın 8:30'a, büyüyüp de etrafı daha çok keşfetmek istedikçe 9-9:30'a geri döndük! Tabii geç yatmasında gündüz hala 1-1.5 saatten 2 uyku uyuyor olmasının, uykularının arasında 3.5-4 saatlik beslenme/aktivite zamanı arıyor olmasının etkisi büyük. Zaten gündüz uykularının saatine de o karar verdi hep. İlk aylarda uyandıktan 1 saat sonra yeniden uyumak istiyordu. Sonra bu süre 1.5 saat oldu... sonra 2... Nasıl mı anlatıyordu uyumak istediğini? Birden deli gibi ağlamaya başlayarak! Durup dururken, herşey iyiyken, uyku saati yaklaşmaya başladığında birden ağlamaya başlıyordu: "uyutun beniiii, hemen uyutun!". Net olarak hatırlayabildiğim, 4-8 ay arası uyku sayısının kademeli olarak 5'ten 2'ye düştüğü... onu da her düşüşte bir uykuyu -ne yaptıysam- uyumayarak becerdi :) Önce akşamüstü uykusunu bıraktı, sonra uyku aralarını açtı, sonra sabah uykusunu daha öğlene kaydırdı... derken 8 aylıkken 2 uykuya geçti: sabah 10:00, öğleden sonra 3:00 (kalkış saatine göre 10:30, öğleden sonra 3:30). Ama sabah uyanma saatini -ne yazık ki- hiç değiştirmedi: 6:00-7:00 arası! Neler neler denedik: 6'da kalktığında emzirmedik, daha sonraları kahvaltısını 7'den -hatta 8'den- önce vermedik, o saatte uyandığında doğru düzgün oynamadık onunla, sessiz durduk, coşku yapmadık... ama ı-ıh! Biyolojik saati kurmuş bir kere bizim minik adam, bana mısın demedi!

Uykuya geçiş...

Uykuya geçişimiz de apayrı bir yol izledi, önce kucakta, omzumuzda uyuyordu, 2 aydan sonra kucağımızda ama yatay uyumaya geçti. Sonra bir mucize oldu, 4.5-5 aylıkken yatağında, oyuncak ayısının müziğini dinlerken uyuyakalmaya başladı... bir heyecanlandık, aman allah, yoksa kendi kendine uyumayı mı öğreniyor, diye! Yok, değilmiş, yine 8 aylıkken, iyice oturmaya, sonra da kendini kaldırmaya başladı ve kendi kendine uyumaz oldu. Bu sefer de yatağında yan yatırıp pışpışladık. Ne güzel, 15-20 dakikada uyuyor derken yaz tatilinden sonra, 1 yaşına çok az kalmışken birden uyutma süremiz 1 saate yaklaşmaya başladı. Pışpışla pışpışla uyumaz, uyutmak ne mümkün! Haydii, anne yine bir ton çözümle geldi: yatır/kaldır, odadan kademeli çık, hatta Ferber? Yok hayır, Ferber denemeye cesaret edemedik. Bir kere ben çok kızıp odasında bırakınca çok ağladı ve kustu. O gün o metodu asla bir daha denemeye bile kalkmayacağıma dair ona da kendime de söz verdim! Yatır/kaldır iyi gidiyor gibiydi, 4. günde herşey başa döndü, hem minik adama hem de bana eziyete dönüştü. 1.5 ay yöntem yöntem debelendikten sonra annelerin "kızım sen de perişan oluyorsun, al ayağına, hafif hafif salla, rahat edin ikiniz de" baskılarına dayanamadım ve pes ettim!

Sonuç ya da Son (Mutlu mu Değil mi sonra göreceğiz...):

Valla hiç de utanmadan söylüyorum, hala da Çınar'ı ayakta sallayarak uyutuyorum. Çok mu kolay uyuyor? Hayır. Gece uyanmıyor mu? Uyanıyor... ama zaten her zaman uyanıyordu. Hepimiz böyle uyutulmadık mı? Neredeyse... Birşey olmuş mu? Görünürde hayır :)

Pedagogun ve Evren'in tavsiyesini dinleyip yanında elini tutup, ninni söyleyerek, masal okuyarak uyutma yönetmini de deneyeceğim, ama öncelikle nefret ettiğim karyolamızdan kurtulup yer yatağına geçmemiz lazım! Bu konudaki eylem planımı da yazacağım, ama hem bu yazı daha da çok uzamasın, hem de kafamda herşey yerli yerine otursun, ondan sonra...

Kıssadan Hisse:

Peki bu yazıyı neden mi yazdım? Bebeğinin uyku sorunu olan, ama ne kadar küçükken uyku eğitimi vermeye çalışmış olursa olsun hiçbir sonuca ulaşamamış 2-3 arkadaşım var. Ve eminim biz bir sürüyüz! Ve "uyku kitaplarında" kafamıza sokmaya çalıştıkları ve -en azından beni- bunalıma sokmaya yeten yatış/kalkış saatleri ve uyku sürelerinden bağımsız olarak çok sağlıklı, çok mutlu çocuklarımız var! Ve aslında -Çınar'ın öyküsünde olduğu gibi- ne yapmak istediklerini de bize çok güzel anlatabiliyorlar -dinlemeyi bilirsek! Asıl olan onların "neye" ihtiyaç duydukları... ne kadar uyuyacaklarını, ne kadar yiyeceklerini, neyi, ne kadar, nasıl yapacaklarını "biliyorlar" ve "anlatmaya çalışıyorlar". Çünkü hepsinin ayrı bir karakteri var, ve tek bir kalıba sokulamayacak kadar farklılar! O yüzden belki, kafamızı kitaplardan çıkarıp "sözde" kuralları boş vererek bebeğimizi dinlersek, her iki taraf olarak da daha mutlu olacağız! Uyusak da uyumasak da...

NOT: Evren, senin yazdığın son uyku yazısına benzedi sanırım başlıklar... aslında öyle bir niyetim yoktu ama, çok etkilemiş beni sanırım, kusura bakma :)

2 Şubat 2010 Salı

Nostalji: Minik Adamın Diş Buğdayı

Dişlerden bahsederken Çınar'ın ağzında 5 tane dişi varken yaptığımız diş buğdayı geldi aklıma! Ben böyle gelenekleri pek severim (evlenirken de gelin hamamı, kına gecesi, evden çıkarken davul zurna, allah ne verdiyse yapmıştık; hatta Ahmet "keşke atla seni almaya gelseydim" demişti :>), geleneklerin o toplumun kültürünü yaşattığını, kimliksiz bir toplum olmamamız için gerekli olduğunu düşünmüşümdür hep. Kına gecesi, gelin hamamı, diş buğdayı... hepsi birer eğlence, sosyalleşme aracı da aynı zamanda, iyi vakit geçirmek için bire bir!

Çınar'ın dişinin kabarmasıyla birlikte bendeki gelenek aşkı da kabardı ve diş buğdayı planları yapmaya başladım. Ama kısa bir süre sonra tatile gideceğimiz ve tatilde de bütün akrabalar bir arada olacağımız için diş buğdayını ertelemeye karar verdik (o arada da Çınar'ın 4 dişi daha çıktı, buğdayı 5'i bir arada yaptık :>).
Diş buğdayının nasıl hazırlandığını bizim ailede bilen kimse çıkmayınca internetten araştırdım: Diş buğdayı hazırlamak için geceden buğdayı suyla ıslatıyor, sonra da sabah kaynatıyorsunuz. Soğuyunca ister içine şeker ve tarçın karıştırıp, şekerlemeler ve narla süsleyerek, ister de tuzla (ister ikisi birden) hazırlayıp servis yapıyorsunuz. Bir de, içine para/altın koyma adeti var. Parayı/altını bulan bebeğe hediye alıyor.
Biz de her iki türde buğday hazırladık. Tatlı olanı şekerli leblebiyle süsledik. İçine de para koyduk: bu fikri kimin ortaya attığını hatırlamamakla birlikte, buğdayın içindeki parayı bulanın Çınar'ın eğitim marsaflarını karşılamasına karar verildi -iddialı! Buğdayın yanında türlü türlü pastalar/börekler de yapıldı tabii minik adamın şerefine! Ve yazlık sitemizdeki tüm akrabalar, eş dost çağırıldı! Anneannemiz, ilk dişi gördüğü için, Çınar'a hediye olarak çok güzel bir takım almıştı. Ama sonbaharda giyebileceği gibi olduğu için onun yerine yazlık Hawai kıyafetini giydirdik minik adama! Ve parti başladı...


Börekler, kekler, diş buğdayı afiyetle yenirken ve herkes para kime çıkacak diye merak ederken -isabettir ki- dedemiz: "buyrun bakalım, para burada!" diye heyecanla bağırdı :) Kalan davetliler 'rahat bir nefes alırken', biz de, yine bir diş buğdayı aktivitesi olan, "meslek seçimi" eğlencesi için eşyaları hazırlamaya koyulduk!
Yere genişçe bir örtü serdik ve üzerine çeşitli meslekleri anımsatan eşyalar koyduk: kitap, anayasa (hukuçu anneannesi ve dedesinin izinden gider belki diye), hesap makinesi (anne-baba mühendis ne de olsa), doktor kimliği, cetvel, kalem, benim ODTÜ kimliğim, para, kredi kartı... Saros'ta olanaklarımız kısıtlı olduğu için boya kalemi, fırça, top vs koyamadık çocuğun önüne. Artık onları da hobi olarak yapsın dedik :) Zaten bizim minik adam örtünün üzrine oturu oturmaz hop diye hesap makinesine uzandı! Bayılıyor tuşlu şeylere! Bir de elektronik eşyalara... hepsine ama, ses çıkarsın çıkarmasın; çamaşır makinesi, bulaşık makinesi, ütü, elektrik süpürgesi, bilgisayar, su ısıtıcı, el süpürgesi, saç kurutma makinesi... bir yerden mühendislik bulaşmış çocuğa yani :)
İkinci olarak Çınar şöyle bir bakındıktan sonra benim akademik ODTÜ kimliğimi eline aldı! Halbuki anne-baba olarak onu hep hukukçu olacak diye hayal etmiştik -evet, daha bu yaştan, deliyiz biz! Hatta Yargıtay'ın bahçesine bir Çınar ağacı diktik, göbeğini de onun altına gömdük (bize bu imkanı sağlayan anneannesine teşekkürler). Ama o tuttu ODTÜ'de mühendislik okumayı, üstüne bir de akademisyen olmayı seçti :)))
Sonuncu turda ne seçeceğini heyecanla beklerken oğlum bizi kırmadı ve anayasayı aldı eline! Ahmet'le bende bir coşku bir coşku :)) Olayı hemen "kafası mühendis gibi analitik çalışan hukukçu olacak"a çevirdik, gönül rahatlığıyla "meslek seçme" aktivitesini tamamladık!
Hemen not: Tabii ki mesleğe takıntılı bir anne-baba değiliz, hepsi işin eğlencesi... evet, biraz temenni de var mutlaka ama hakkını verdiği sürece ne işle uğraştığının hiç önemi olmayacak benim için...
Parti tüm yemeklerin bitmesi ve minik adamın herkesle sırayla fotoğraf çektirmesiyle son buldu. İlginçtir, bu aşamada hiç sıkılmadı, herkesle çektirdiği fotolar pek güzel çıktı! Biz de daha sonra tab ettirip teşekkür etmek için herkese gönderdik. Sevmiyorum zaten bilgisayarda kalan fotoğrafları, albümlere dizilenmedikçe gerçekmiş gibi gelmiyorlar...
Ve işte bir maceramız daha böyle sona erdi. Yeni bir macerada, ya da başka bir nostalji serisinde görüşmek üzere, esenkalın!

Çocuğunuzla Evde Oynayabileceğiniz Eğlenceli Oyunlar (*)

(*) Aşağıdaki yazı www.ohdeedoh.com dan özetlenmiştir... Yazının aslı ve tamamı için lütfen buraya tıklayın!)

Seda'nın bana aylar aylar öncesinden (hatta sanırım daha hamileyken) bahsettiği http://www.ohdeedoh.com/ u yeni keşfediyorum... Türk'ün aklı sonradan gelir derler ya, neyse, en azından taşınmadan önce bakmayı akıl ettiğim iyi oldu :)

Dün sitede gezinirken, dekorasyonla ilgili pek çok fikrin yanında, "Bebeğiniz için 5 Aktivite" başlıklı bir yazıya rastladım. Hele ki yazının 16 aylık bir bebeğin annesi tarafından yazıldığını görünce hemen atladım üstüne! Yazıdaki 5 ativite dışında yazıya yazılan yorumları da okudum. Ve Çınar'ın seveceğini ve katılım sağlayabileceğini tahmin ettiklerimi not ettim:
  1. Renkli post-it'lere sayıları, harfleri, kelimeleri yaın, ya da şekiller çizin/yapıştırın. Bunları evin duvarlarına, onun görebileceği seviyeye asın. Evde dolandıkça kağıtları keşfedecektir. Siz de üzerlerinde yazanları ona okuyarak/şekilleri açıklayarak eğlenebilir ve kelime dağarcığına katkıda bulunabilirsiniz!

  2. Sevdiği bir oyuncağı (top, araba, vb.) bir yere saklayın. Sonra sakladığınız nesneyi ve yeri tarif ederek (mavi topu salondaki perdenin arkasına sakladım, gibi) oyuncağı bulmasını sağlayın.

  3. Müzik çalıp/kendiniz müzik yapıp dans edin. Dansa ederken yaptığınız hareketleri müzik eşliğinde söyleyin. (Başak'ın notu: Hockey Pokey şarkısı bence bu konuda yazılmış en iyi şarkı ve Çınar ona bayılıyor! Ben de hem söyleyip hem hareketlerini yaptıkça bir yandan kendisi de katılmaya çalışıyor, bir yandan da kıkır kıkır gülüyor!)

  4. Yastıkları üst üste dizerek ya da koltukları birbirine yaklaştırarak ev yapın, üzerine bir çarşaf sererek çadır kurun. Çocuğunuzu içine sokun, yanına bir kaç kitabını, oyuncağını ve sevdiği bir oyun arkadaşını (bebek, oyuncak ayı, vb., bizde Ruhi olabilir mesela, kendisi hemen sağda :>) yanına vererek biraz yalnız vakit geçirmesini teşvik edin. (Kendisi oyalanmazsa çadıra birlikte de girebilirsiniz. Ya da geçen sabah Çınar'la yaptığımız gibi içine girip çıkarak saklambaç oynayabilirsiniz.)

  5. 5. Buzdolabına çeşitli mıknatıslar yapıştırın. O da onları hem buzdolabına hem de başka yüzeylere tutturmaya çalışsın. (Bizim buzdolabı bu konuda oldukça başarılı, bkz. yandaki resim... Çınar da mıknatıslarla oynamayı çok seviyor.)

  6. 6. SAKLAMBAÇ -en sevdiğimiz oyun! Eskiden biz saklanırdık Çınar bulurdu, şimdi o kapıların arkasına girip oturuyor, bizim onu bulmamızı bekliyor :)

  7. 7. Çekmeceleri boşaltıp tekrar eşyaları yerine yerleştirin... yerleştiriken eşyaların isimlerini söyleyebilir, ne işe yaradıklarını anlatabilirsiniz. Ya da onun kendi kendine meşgul olmasını izleyebilirsiniz :)

  8. Ondan belirli özellikleri olan bir şey getirmesini isteyin: "Bana havlayan/miyavlayan/patpat yapan/mavi/kırmızı/vb. bir şey getir" gibi...

  9. Seyahat çantası hazırlayın (20 aylıkken oynadıkları bir oyun): ufak bir valizin içine seyahate çıkarken yanına almak isteyeceği şeyleri koyun, tatile gidin, çantayı boşaltın, doldurun...

Her çocuğun ilgi alanı, yapmayı sevdiği ve sevmediği şeyler farklı olduğu için belki çocuğunuz bu oyunların hepsini sevebilir, belki de hiçbirini oynamak istemez. Ya da ona verdiğiniz komutları anlamayabilir. Bunun çocuğunuzun gelişiminin önde ya da geride olmasıyla ilgisi yoktur, onun tercihleriyle ilgisi vardır. Yazıya bir eğitimci şu yorumu yapmış:

"Oyunun 3 aşaması olabilir; birlikte oyun, kendi kendine oyun, bunaltıcı oyun. İlk ikisi öğrenmeye yardımcı olurken üçüncüsü ne eğlendirir ne öğretir. Çocuğunuzu bunaltacak şekilde aktiviteye zorlamaktan kaçının."

Ben de Çınar'la bu oyunları oynamayı yavaş yavaş deneyeceğim... belki sever, belki daha sonra sever, belki sevmez! Sonuçları zaman zaman sizinle paylaşırım!

Herkese iyi eğlenceler!!!

1 Şubat 2010 Pazartesi

Attack of the Teeth (*)

(*) Başlığın Türkçe meali "Dişlerin Saldırısı"; Star Wars serisinin "Attack of the Clones" filminden esinle konuldu...

2.5 aylıktan beri elini ağzından çıkarmayan ve salyalarıyla heryeri sırılsıklam yapan oğlum, her huysuzluğunu, her mızırdanmasını "diş çıkaracak herhalde"ye bağlayan bize rağmen ilk dişini 8.5 aylıkken çıkardı. İlk dişi, bir hafta sonra 4 diş daha takip etti! DÖRT diş! Böylece, 8.5 ay dişsiz gezen oğlum daha 9 aylık olmadan üstte 3, altta 2 dişiyle dolanmaya başladı. Tabii dişler öyle tak diye bir gecede çıkmıyor. Bunun alttan yürümesi var, kabarması var, damağı yırtması var, yırttıktan sonra çıkışının tamamlanması var... her biri çocuğa ayrı eziyet. Çınar'ın ilk diş istilası 2 hafta kadar sürdü. 2 haftanın sonunda yine alt damakta 2, üstte kalan 1 diş daha patladı! 11 aylıkken minik adamın ağzında 8 tane diş vardı!



(Üstteki resimde Çınar (11 aylık) "şirin oluyor" :>)

Biz tam "oh beee, azılarla köpeklere daha var, 3-5 ay rahat ederiz" derken o mesut günler yalnızca 1 ay sürdü... 12 aylıkken Çınar yine huzursuzluk, uykusuzluk, zor yemek yeme gibi diş çıkarma emareleri göstermeye başladı. Ben her zamanki gaddarlığımla "şımarık bu çocuk şımarık, 4.5 aylıkken de diş demiştik ama değildi, bu da değildir!" diye ortada dolaşsam da 13 aylıkken minicik damağında, sol alt azı dişinin ilk parçasını gördüm! İlk parçası tabii, dilinizle kendinizinkine bir dokunun bakalım, kaç parça var? Dört! Hepsi birden mi çıkıyor? Haaayııır!!! Her biri ayrı ayrı çıkıyor; yani her azı dişi 4 diş gücünde demek! Ve üstüne üstlük bir parça çıkıyor, öbürleri de çıkarken damak yaraymış gibi algıladığı için kan topluyor ve şişiyor, çıkan parçanın üstü kapanır gibi oluyor, sonra o yukarı tırmandıkça o damağı yeniden yırtıyor! Bir arkadaşım bu durumu bize "azı dişleri çıkıp çıkıp içeri girer, ben şahit oldum" diye anlatmıştı. Eziyet üstüne eziyet yani! Bizim minik adam, yine çok acelesi varmış gibi, bütün azı dişlerini peş peşe çıkardı! Hatta son iki azı dişini (üsttekileri) aynı anda çıkardı! 13.-15. aylar arası diş çıkarmadığımız bir tek günümüz geçmedi!

Hal böyle olunca ben artık köpekleri beklemeye başladım. 15. aydan sonra Çınar'ın yemek yemesi, uykusu tam düzelmeye başlamıştı ki 16. aya 1 hafta kala yine kusmalar, zor uyumalar, gece sık uyanmalar başladı... el zaten sürekli ağızda!

Zaten Çınar'da dişler ateş, ishal, kilo kaybı vs yapmadı. Hoş, pek çok doktorun dediğine göre, ateş ve ishal diş çıkarma dolayısıyla olmazmış. O dönemde çocuğun bünyesi daha hassas ve dış etkenlere açık olduğundan, hasta olması, mikrop kapması, üşütmesi kolaylaşırmış. Ateş ve ishal, dolayısıyla kilo kaybı o zaman görülürmüş. Çınar'da gözlediğimiz en belirgin uyarılar:

1- Yemek yerken zorlanma ve kusma (sanırım boğazına vuruyor, gıcık yapıyor),

2- Uykuya direnme, zor uyuma, gece sık uyanma

3- Eline ne geçerse dişin kaşıntı yaptığı kısma sürme

Bu üç belirtiyi de gözlemleyince, tamam, dedim, bizim kuçukuçular geliyor! Gerçekten de geldi-LER! Yine ikisi birden, üst damakta belirdi köpek dişlerinin! Erkekseniz de kadınsanız da teker teker gelin ulan!

Dolayısıyla yine bir haftadır kırmızı alarm modundayız. Hele son iki gündür, yemek de yemek istemiyor miniğim... Oyalaya oyalaya yediriyoruz. Ara sıra kusuyor. El sürekli damağında, dişinde, yanağında, kulağında! Uyurken, gözünü açmadan inliyor. Gözleri kapalı kalkıyor, yanağını tutarak yatağında oturuyor. Bir arkadaşımız (yine aynı arkadaşımız) Baby Orajel diye bir diş jeli getirdi bize -onlara da Amerika'dan gelmiş. Ezcaneden aldıklarımız da fena değildi ama bu gerçekten muazzam uyuşturuyor. Gece onu sürüyoruz, hemen dalıveriyor uykuya geri. İşyerinden bir arkadaşın dişçisi bebeklere bu jellerden sürmeyin, dişlerine çok zararlı demiş, onu duyduğumdan beri içim hiç rahat değil ama kuzumun bu kadar acı çekmesine de gönlüm razı olmuyor...

Şimdi bir tek şu kalan köpekler de çıksın da yavrucuğum en azından 2 yaşına kadar rahat etsin diye umuyorum... çok mu şey istiyorum?