29 Haziran 2010 Salı

Yuva Güncesi (Bir Hafta -Tekmili Birden...)

Yuvaya başlatmak kolay değilmiş...

Hem de hiç!

Hele ki "kararlı" bir çocuğunuz varsa. Yeni taşındıysanız, bakıcısı yerine yuvaya annesi götürmek ve alıştırmak zorunda kalmışsa (yani bakıcının alternatifi değil de, annenin alternatifi yuva olmuşsa -teşekkürler Şenay!) biraz daha zor oluyormuş. Bizde öyle oldu. "-di'li geçmiş zaman" kullandığıma bakmayın, hala bir "alışma" söz konusu değil, şu an hala "direnme" aşamasındayız. Ama geçecek, sinyaller o yönde.

Neyse ki bizi çok iyi anlayan, çok doğru yönlendiren, biz daha ağzımızı açmadan Çınar'ın bir önceki gece vermiş olduğu tepkileri "şunu şunu yaptı mı?" diye bize sorabilen bir yuva yöneticimiz ve çok da tatlı, oğlumun herşeyiyle en güzel şekilde ilgilenen öğretmenleri var. Yani, doğru yerdeyiz! Teşekkürler Ms. Hilal ve Ms. Züleyha :) (Öğretmenlere bu şekilde sesleniyorlar...)

O zaman, buyrun yuva güncemize; gün gün neler oldu, neler yaptık, okumaya... (ya da isterseniz, siz de gün gün okuyun; uzun, çok uzun oldu...)

Gün-1: Dak'ka bir Gol Bir!

Murphy kuralları her zaman geçerli olmak zorunda mıdır? Yuvaya başlayacağımız ilk gün, geç kalmamak için akşamdan herşeyi (Çınar'ın ve bizim kahvaltı tabaklarımızı, malzemeleri vs) mutfak tezgahının üzerine hazırlamış olmama rağmen, bizim kuzu 7:45'te uyandı ve "nasıl olsa geç kalkmıyor" diye saat kurmayan annesine ilk dersini vermiş oldu: o saat 07:15'e kurulacak! Hemen kahvaltımızı ettik, çok da acele ettirmemeye çalışarak Çınar'ı ve kendimiz hazırladık, yola koyulduk: ben, midemdeki kelebeklerim, kuzum ve kocam.

Yolda Çınar'a biraz neler yapacağımızı anlattım. Hani, önbilgi olsun diye... Yuvaya vardığımızda Hilal Hanım bizi kapıda karşıladı, öğretmenlerimizle tanıştırdı (o gün eşinin ameliyatı olduğu için okulda çok fazla bulunamadı...). Çınar önce çocuk bahçesinden içeri girmek istemedi. Neyse ki yağmur yağdığı için salıncaklar ıslaktı, ıslak olduğunu gösterdim, binmek için ısrar etmedi. Bu arada, yuvaya kendisiyle aynı gün başlayan İngiliz arkadaşı Daniel'a (19 aylık) salıncakların ıslak olduğunu, bu yüzden binemeyeceklerini bir anlatışı vardı, görmeliydiniz! (Hayır, videoya alamadım... üzgünüm).  "Haydi kahvaltıdan önce ellerimizi yıkıyoruz"u duyunca hemen içeri, el yıkamaya koşturdu! Buraya kadar herşey iyiydi ama sonra birden ben ve Çınar, büyük bir yuva ekibinin içinde yalnız kaldık. Ben, ilk gün olduğu için "şu saatte şunları yapıyoruz, şimdi böyle yapacağız" falan gibi bir "oryantasyon" ve de ardından benim yanımda Çınar'la ilgilenen birilerini umuyordum ama öyle olmadı. Sürüyü takip ederek hareket etmeye çalıştık, zaten Çınar'ı lavabonun başından ayırmak çok zor oldu. Sınıfta ve bahçedeyken gayet iyiydi, etrafta çocukların olmasından hoşlandı, son derece iyi iletişim kurdu... ama ben "ilgisizlik" yüzünden yavaş yavaş sinirlenmeye başlamıştım. Bahçede oyundan sonra öğle yemeğine geçildi! En sevdiği şey köfte olmasına rağmen, karşısında sürekli ağlayan bir çocuk olduğu için Çınar yemeğe de konsantre olamadı, zarla zorla, oyunla 1 köfte ve yoğurdunu yedirebildim. 1 kaşık da bulgur pilavı. Bütün bunlar sırasında yine bir allahın kulunun bizimle ilgilenmemiş olmasına iyice dellenme safhasına gelmiştim. Sonra öğle uykusuna geçildi: 17 çocuk, 3-4 öğretmen ve Çınar! Hilal Hanım "ilk gün uyumak istemeyebilir, o zaman eve gidebilirsiniz" demişti. Zaten uyuması ne mümkün o hengamede! 40 dakika uyumaya ikna etmeye çalıştıktan sonra, daha fazla çıldırmamak için Çınar'ı aldım ve eve döndüm. Zaten arabaya bindiğinin ilk dakikasında uyudu!

Ve canım müthiş sıkıldı! Yani çok beğenerek gezdiğimiz, herkese önerdiğimiz yuva, böyle mi yapacaktı? Özensiz, ilgisiz... ilk hissettiklerim bunlardı ve çok üzgündüm. "Yeni bir bakıcı mı bulsaydık acaba, yememesini, uyumamasını dert etmemek için çok küçük daha.. yok yok ben işi bırakayım en iyisi, olmayacak bu böyle..." diye kendimi yemeye başlamıştım bile! Sonra, Burcu'yla konuştuk. Kızı Öykü de Binbir Çiçek'e gidiyor, Çınar'ın sınıf arkadaşı :) O da, ilk günle ilgili aynı şeyleri hissettiğini, ama sonradan yuvada Öykü'yle çok güzel ilgilendiklerini anlattı. Hatta, 1 ay sonra gittikleri doktor kontrolünde kilo bile aldığını görmüşler! İçimi rahatlattı doğrusu bu konuşma, ama yine de Hilal Hanım'la ertesi gün konuşmaya karar verdim. Yani, o yuvada yok diye mi işler böyle gitti, sonra nasıl olacak, bilmem gerekiyordu...

Sol üst: Bahçe, Sağ üst: Elif, Çınar, Ezgi oynuyorlar, Sol alt: en sevdiğimiz yer, kum havuzunda Çınar ve Aiace (Ayaçe diye okunuyor), Sağ alt: tırman tırman!

Gün-2: Anne, Anne!

İkinci gün de Murphy bizi ziyaret etsin çok isterdim doğrusu, ama gelmedi! Çınar 05:45'te ayaktaydı! Rekor! Dolayısıyla gayet yayıla yayıla hazırlandık, kahvaltı ettik. Ve yola koyulduk: bu sefer ben, iç sıkıntım, kuzum ve kocam.

Çınar yine bahçeden içeri "el yıkama" vaadiyle girdi, ellerini yıkadıktan sonra kahvaltı masasına koştu ve "put your hands on your lap lap lap (ellerinizi dizlerinizin üzerine koyun)" şarkısının bitmesini beklemeden, bütün anarşistliğiyle tabağındaki salatalıkları çatallamaya koyuldu! Bu sırada, arkadaşı Ezgi "nasıl herkesin birden başlamasını beklemez?" dercesine kocaman kocaman açılmış gözlerle Çınar'a bakıyordu :) Hilal Hanım'la beni pek eğlendirdi bu durum. Baktım Çınar güzelce kahvaltı ediyor, Hilal Hanım'la konuşmaya aşağıya indik. (NOT: 18-36 ay grubu da kahvaltı ve öğle yemeğini üst katta yiyor. Merdivenlerden dizi dizi çıkışları çok şeker! Öğretmenler çok dikkatli, çocuklar da öyle... benim hoşuma gitti bu durum doğrusu!) Endişelerimle ilgili Hilal Hanım şöyle söyledi:

"Hangi vakitte ne yapılması gerektiğini size söylememiş olmamız konusunda haklısınız. Dün, ameliyat nedeniyle, çok kaos bir gündü. 3 kere gidip gelmem gerekti. İlgi konusunda ise, annesinin yanında çocuğa 'şunu yap, bunu yapma' deyince, ya da altını değiştirmeye, yemek yedirmeye kalkınca, büyük tepkilerle karşılaşabiliyoruz. Çocuk 'annem var, sana ne oluyor' tepkisi verebiliyor. Dolayısıyla, anne varken, biz ilişkilerine asgari seviyede karışmayı tercih ediyoruz. Ama içiniz rahat olsun, siz burada olmadığınız zaman, Çınar'la en iyi şekilde ilgilenilecek."
Zaten sonra Çınar'ın sınıf öğretmeni Züleyha Hanım'la da konuştum. Çınar'ın henüz kendi kendini doyurabilecek kadar yemek yemeyi beceremediğini ve uyurken yardıma ihtiyacı olduğunu anlattım. O da "ne gerekiyorsa ben yapacağım, siz hiç merak etmeyin" dedi ve samimiyetiyle içimi rahatlattı.

Biz Hilal Hanım'la konuşurken kahvaltısını bitirmiş ve aklına annesi gelmiş oğlum ağlayarak yanımıza geldi: anneeeeee, anneeeee!!!! Böylece, "anne anne" kalıbı, Çınar literatüründeki yerini almış oldu! Biraz sakinleştikten sonra öğretmeniyle oyun odasına gitti, biz Hilal Hanım'la sohbet etmeye devam ettik... sohbet çok uzun sürmedi, çünkü Çınar yine "anne anne" modunda geri geldi. Bu sefer ben de oyun odasına gittim, çocuklarla oynadım. Hep birlikte kraker ve meyve yedik (10:30, atıştırma zamanı). Sonra bahçeye çıktık, Çınar kum havuzunun başından neredeyse ayrılmadı. Yemek vakti olduğunu duyunca da herkesten önce el yıkamak için içeri koşturdu! İkinci gün yemekten yana şansımız açıktı: yayla çorba ve bezelyeli tavuk! Çınar çorbayı görünce, yine kimseyi beklemeden kaşığı kaptığı gibi koca bir kase dolusu çorbayı, üzerine çok az dökerek 2-3 dakka içinde bitirdi! Normal sandalyeye oturarak hem de! Üstelik kaşıkla toparlayamadığı için kaseyi kafasına dikerek süzmek suretiyle! Benim gözlerim fal taşı gibi açıldı haliyle! Yuvanın olumlu etkilerini daha ikinci günden görmeye başlamıştım, harika! Tavuk yemeğini de yardımımla yedikten sonra lavaboda el yıkadık ve diş fırçaladık. Sonra temizlenmek ve pijamalarımızı giymek için uyku odasına gittik.

Sabah neredeyse gün ağırmadan uyandığı içi öğlen sızacağını düşünsem de etrafında uyumak için hazırlanan, hoplayıp zıplayan çocukları gördükçe uykusu açıldı ve bana türlü şımarıklık yapmaya başladı. Baktım sinirlerim geriliyor, kendisini uyutması için öğretmenine emanet ettim ve odadan çıktım! 1-2 dakikalık sessizlikten sonra ağlamasını duydum "anneeeee, anneeeeeeeee"... İçim daralarak bekledim kapıda. 3-4 dakika sürdü, sonra öğretmeni çıktı içeriden "merak etmeyin, uyudu" dedi. "Nasıl uyudu?" diye sorum şaşkınlıkla. "Sırtını sıvazladım, uyanınca anne burada seni bekliyor olacak, dedim; azıcık ağladı ama sonra sızdı, bakabilirsiniz isterseniz" dedi. Kızcağıza güvenmediğimden değil, sırf merakımdan içeri girdim. Kampetine yayılmış horlayarak uyuyordu bizim minik adam. Kuzumun elini öptüm, yavaşça odadan çıktım.

O gün 1.5 saat kadar uyudu, tabii ki uyandığında beni göremediği için ağlayarak yanıma getirildi yine. Ama çabuk sakinleşti, birlikte 5'e kadar oynadık, ikindi kahvaltısı ettik, meyve yedik... Çınar'ın "hiçbir kurala boyun eğme yanlısı olmayan anarşist kişiliğini" yeniden gözlemleme fırsatı edindim! Yani, şu yuvada kurallara uyduğunu gördüğüm gün bir yaşıma daha gireceğim sanırım :)

Sol üst: Sulu oyun -Öykü, Çınar, Daniel, Aiace, Sağ üst: Yemeğe çıkıyoruz (yeşil tshirt giyen Çınar), Sol alt: Fıkra gibi bir İngiliz (Hamish), bir İtalyan (Aiace), bir Türk (Çınar) bir gün yuvaya başlamışlar..., Sağ alt: Kendim yerim!

Özetle, ikinci günü güzel geçirdik, ama, Çınar'ın "anne anne" sendromundan ertesi günün hiç kolay olmayacağını anlamıştım...

Gün-3: Yuvada Yalnız İlk Gün

Bir gün önce Hilal Hanım "artık yarın size kapıdan bay-bay deriz" demişti. Ben de doğrusunun bu olduğunu düşündüm. Çünkü Çınar yanında beni istese de, yuvadaki arkadaşlarıyla ve yapılan herşeyle gayet ilgili ve uyumlu görünüyordu. Hatta bir gün önce, ikindi kahvaltısı sırasında Elif'in (3 yaş) kolunu ve saçlarını okşayıp "uuuuuu" demesi de arkadaşlarından hoşlandığının bir göstergesiydi bana kalırsa. Ortamla ve kişilerle ilgili sıkıntısı olmadığını düşündüğümden, çarşamba sabahı Çınar'ı bırakıp çıkmaya karar verdim.

Ama çarşamba sabahı kahvaltıda muazzam bir inatlaşma yaşadık! Çınar sütünü içmek istemedi, çay istedi. Ben de çay vermek istemedim, sütünü bitir, sonra çay da içelim, dedim. İnatlaşma gerilime dönüştü... Çayı aldığım gibi lavaboya boşalttım! Zaten iki-üç haftadır tavan yapan iştahsızlığına bir de sütü reddetmesi eklenince (ve benim 'yuvada da süt içmiyor zaten, nerden kalsiyum alacak bu çocuk, nasıl beslenecek' endişelerim iyice gün yüzüne çıkınca) sinirlerim iyice bozuldu ve başladım ağlamaya. O da üzüldü, geldi beni teselli etmeye çalıştı aklınca. Düzledik güya, ama biraz gergin çıktık evden...

Yuvaya gittiğimizde içeri pek girmek istemedi (bir gün öncesini hatırladı sanırım). Ben ona kısaca gündüz burada arkadaşları ve öğretmeniyle olacağını, akşam gelip onu alacağımı anlattım. Ama kıyamet koptu tabii. O ağlar, ben ağlamamaya çalışırım (ama başaramam). Ms. Züleyha aldı, içeri götürdü. Hilal Hanım "merak etmeyin, birazdan düzelir" dedi ama benim film orada koptu, ağlamaktan kadına yanıt veremedim... arabaya kaçtım. 20 dakika sonra aradılar. Çınar sakinmiş, kahvaltısını etmiş. Yalnız kahvaltıda "çayı" şiddetle reddetmiş...

(Neden acaba? Bazen ne kadar gereksiz inatlaşıyorum şu çocukla... onun için zor bir gün olacak, bırak içmesin sütünü, çay içsin. Ne var yani? Bunu duyunca, çok kızdım kendime. Duygularını anlatamıyor, ama annesi de empati kuramıyor. Onun da canı sıkkın, ne olur bu dönem azıcık anlayış göstersem? Süt yerine çay içirsem? İyi ders oldu bana... Hilal Hanım'ın bu nokta atışı soru ve yorumlarına bayılıyorum! İşini gerçekten iyi yapıyor, böyle zamanlarda daha iyi anlıyorum...)

...Şimdi meyve atıştırıyormuş. Arada "anne anne" diye mızırdanıyormuş ama iyiymiş... Sonra, 1'e doğru Hilal Hanım aradı, yemeğini yemiş (1 tane biber dolma, 1 dilim peynirli börek ve yoğurt), 1 olmadan da sızmış. "Bence gayet iyi bir ilk gün geçiriyor Çınar" dedi, içim rahatladı. O gün 2 saat uyumuş Çınar. Sonrasında yine aynı tempoda devam etmiş: arada mızırdanarak ama ortama katılarak. İlk hafta 16:00-16:30 arası almamın uygun olacağını söyledi Hilal Hanım. Öyle yaptım. Ağlayarak boynuma sarıldı kuzum. Ama giderken Ms. Hilal ve Ms. Züleyha'ya "ba-baaaa" dedi, hatta Ms. Züleyha'yı yanağından öptü. Onlarla ilgili olumsuz bir duygusu olmadığını da anladım, rahatladım...

O akşam ve gece zor geçti. Çınar gece bir defa uykusunda "anne" diye ağlayarak uyandı. Çok zor sakinleştirdim, en son yanına yattım, elini tutarak uyuttum...

Gün-4 ve 5: Zor Günler...

Perşembe günü daha yolda içini çekmeye başladı Çınar, okul yolunu tanıdı! Tabii, okulu görünce yine kıyamet koptu! Günü bir öncekine benzer şekilde geçirdi. Biraz daha şiddetli tepkilerle. Ama Hilal Hanım, verdiği her tepkinin normal olduğunu söyledi, 1.5 hafta gibi bir zamanda alışacağını tahmin etti. İçim rahatlar gibi oldu. Öğle yemeğinde de sevgili Şenay'la buluştuk, yine yalnızca çocuklardan bahsettik; ama, kafam dağıldı, çok iyi geldi doğrusu... Perşembe akşamı anneannedeydik, Çınar bütün akşam "anne anne" diye elimi bırakmadı. Çok hırçın ve mutsuzdu. En sevdiği yemek olan "köfte-pilav"ı bile zar zor yedi. Normalde yatacağı vakitten 1 saat önce sızdı. Ve 2 saat sonra çılgınca ağlayarak uyandı. Yanına gittim, deli gibi bağırıyor. Elimi itiyor, sarılmama izin vermiyor. Açtım ışıkları, beni gördü, ağlamaya devam etti, ama bir süre sonra sakinleşti, uyudu. O gece yanımda yatırdım. Sonra bir daha uyanmadı ama ben bütün gece "çocuğumu fazla zorladım, depresyona soktum, çalışmayacağım, ben bakacağım" diye düşünmekten uyuyamadım... Sabah Hilal Hanım'la konuşmaya karar verdik. Ahmet de yanımda olmak istedi.

Cuma Hilal Hanım bizi karşılarken "sabah Çınar'ı düşünerek uyandım, geceleriniz nasıl geçiyor merak ediyorum" dedi! Hayatımda bundan daha güzel bir soru cümlesi duymamış olabilirim (tamam, Ahmet'in "benimle evlenir misin?"i hariç!) Neden? Pek çok nedeni var: 1- Bu insanlar Çınar'ı önemsiyor, 2- Bu insanlar işlerini, çocukların neler yapabileceğini çok iyi biliyor, 3- Bu insanlar daha ben soruyu sormadan yanıtını veriyor; yani beni rahatlatıyor, bana güven veriyor!

Neyse, hemen atladık tabii Ahmet'le, "biz de sizinle bu konuda konuşmak istiyorduk" diye. Anlattık, Hilal Hanım da şöyle dedi:

"Gecede 1-2 defa bu şekilde uyanması normal, bütün gece ağlıyor olsaydı endişelenebilirdik. Çınar, gerçekten kararlı ve güçlü karakterli bir çocuk. Büyüğü bile elinden tutup sürükleyerek istediğini yaptırabilecek güçte. Bu yüzden, direnecektir. Ama, bizimle iletişim kuruyor, konuştuğumuz zaman dinliyor, kitap okumamızdan hoşlanıyor, ağlıyor dahi olsa kendisinden bir şey istendiğinde yapıyor, yemek yiyor, uyuyor... Yani alışacak, belki diğer çocuklara göre biraz daha uzun sürebilir, ama endişelenecek bir durum yok."
Bir kez daha rahatladık... yani, olabildiğince... Cuma, diğer iki günden biraz daha zor geçti anladığım kadarıyla, ama Çınar'ı almaya gittiğimde bütün arkadaşlarına "ba-baaa" dedi, öpücük verdi. Öğretmenlerini öptü. Parktaki bütün oyuncaklara "ba-baaa" dedi. Biraz uzattık veda sahnesini, böylesi iyiymiş (öyle dedi Hilal Hanım).

Cuma akşamı da yapışık gezdiğimiz halde gece hiç uyanmadı neredeyse. Bir-iki kez mızırdandı ama yanına gidip pişpişlediğimde hemen daldı. Ağlamadı, bağırmadı...

Haftasonu

İznime cumartesiyi de dahil ettim, haftasonu hepbirlikteydik. Cumartesi minik adamımız son derece hırçındı, hiç alışık olmadığımız şekilde, deli gibi ağladı! Sinir krizi geçirir gibi... Anne ve baba olarak sabır sınırlarımız epeyce zorlandı. Gerçekten, oğlumu tanıyamadım... ve çok üzüldüm... ama çok! Gün çok zor geçince, gece de zorlandık. Yarım saatte bir uyandı, dalmakta zorlandı. En son yanımda yatırdım. Sabah uyandığında hala huzursuzdu...

Pazar günü, sabah hala cumartesi günkü modundaydı. Ama öğleye doğru düzeldi, ve sonrasında yine eski, bildiğimiz Çınar moduna geri döndü. Kararlı ama uyumlu, hırçınlık yapmayan, ne istediğini bilen ama gereksiz ağlayıp bağırmayan minik adam modu... Gecemiz de iyi geçti.

Tabii bu sabah arabaya binip de okul yoluna girince içini çekmeye başladı, anneee anneee, okkul... diye...

Yeni bir oyun geliştirdik Çınar'la.

Anne: Bak aşkım, gündüz anne-baba işte; Çınar, okulda. Akşam, berabeeeeer (burada sarılıyorum ona). Tamam mı? Anlaştık mı?
Çınar: (kafasını olur anlamında sallayıp) ammaaammm! (Tamam, yani).

Ne kadar anlıyor bilemiyorum, ya da "tamam"ın ne demek olduğunu bilip bilmediğinden pek emin değilim, ama bir süre sonra kabullenecek, bu da ritüel olarak kalacak, onu rahatalatacak, diye umuyorum. Bir de "anne anne" diye mızırdandığında "Tatlım, benden ayrılmak istemiyorsun, biliyorum. Ama işe gitmem lazım, o yüzden sen de okula gidiyorsun. Okulda herkes seni çok seviyor." diyorum. Hani, onu anladığımı bilsin, olumlu duyguları olsun diye...

Sabah yine ağlayarak ayrıldı. Diğer 3 günkü gibi davranıyormuş. Şu alışma süreci hemen geçip gitse, o da biz de rahat bir nefes alsak...

Bakalım bu hafta neler olacak...

19 Haziran 2010 Cumartesi

Yeni Bir Başlangıç Arifesinde...

Bir can arkadaş "ne hissediyorsun, yaz" dedi...

Yazayım, dedim ben de.

Minik adam pazartesi yuvaya başlıyor. Aslında, başlıyor-uz. Birlikte gelmemizi istedi yuva yöneticisi. Güven duyması için, annesinin yanında olması önemliymiş. Çok sevindim bu habere, çünkü, daha ilk günden onu orada bırakıp gitmeye içim elvermiyor. Görmem lazım tepkilerini; biliyorum, ben varken çok başka, yokken bambaşka davranacak ama olsun. Anlayabilirim gidişatı gibi geliyor!

O yüzden, izin aldım işten 5 gün. Hilal Hanım'ı aradım bugün (yuva yöneticimiz). "Pazartesi sabahı 8:45 gibi burada olursanız iyi olur, biraz etrafı dolaşırız, sonra 9:30 gibi kahvaltıya geçeriz. İlk gün siz hep yanında olun; burada uyuyup uyumayacağına gidişata göre bakarız. Yalnız ilk bir kaç gün hafif de olsa bir şeyler yedirip getirin lütfen, kahvaltı vakti çok acıktığı için huzursuz olmasın..." dedi.

Tamam, benim plana uygun her cümle! Zaten, kahvaltı için 9:30 bize çok geç (Çınar 7:00'de dikilir ayağa, evden hep kahvaltıyla çıkacağız). Bir de zaten "ya yeterince yiyemezse kendisi yuvada" endişem de var, evde besleyebildiğim kadar besleme telaşındayım bu ara!

Yalnız, Hilal Hanım dedi ki "ilk gün hep yanında olursunuz, ikinci gün 'anneye bay bay deme zamanı' deriz"... Bi'dakkaaaa... böyle konuşmamıştık! Hani ben o hafta "orada olacaktım hep?" Soramadım telefonda, ilk gün konuşurum, dedim. Ama beyin arka planda işlemeye başladı bile: İkinci günden Çınar kalmayı kabul eder mi? Ben yakınlarda bir yerde dolanayım bari... Annemlerin evi çok yakın, oraya gitsem? Yok canım, ikinci gün de yarım gün kalayım, kademeli olarak azaltalım... evet evet, böyle teklif edeyim!

Tabii ki farkındayım, bu işi bilen kişiler Hilal Hanım ve ekibi, hatta kadın o kadar hakim ki yuvaya, bizi unutmamış; kendisi arayacakmış, taşınmayı vs soracakmış. Yolda telefon çekmemiş. En son 3 hafta önce konuştuğumuz düşünülürse, ilgisinden pek memnun oldum. Dolayısıyla, güveniyorum da... ama ah işte bu "annelik" yok mu! Uyku ve yemek konusunda endişeleniyorum yalnızca! Hep zorlandık bu ikilide; şimdi, üzmeden, üzülmeden yardımcı olabilecekler mi Çınar'ıma bu konuda? Yalnızca, umarım, diyebiliyorum. Başka annelerden, babalardan duyduklarım çok umut verici, ben de iyi düşünmeye çalışıyorum!

Midemde kelebekler uçuyor! Minik adamım büyüyor, okullu oluyor! "Okullu olmak", daha 21 aylık! Komik :) Ama, gideceği yer beni mutlu ediyor; orada arkadaşları olacak, güzel bakılacak, pek çok yeni şey öğrenecek, güzel şey öğrenecek. Montessori sistemiyle tanışacağız, haşır neşir olacağız -doğrusu buna da seviniyorum.

Ve ilk bir-iki haftanın zor olacağını tahmin ediyorum, bekliyorum... Hazırım. Yine de, sonrasında yaşanacak muhtemel zorluklara değeceğini düşünüyorum. Evet, hasta da olacak, sorunlar da olacak; ama, genel "hissiyatımı" sorarsanız, "iyi" olacak diye düşünüyorum. "İyi"nin kapsadığı her türlü anlamla (with every meaning it implies)...

Ve başka ülkelerden arkadaşları olacak diye çok heyecanlanıyorum, onlarla anlaşmaya çalışacak, onları anlamaya çalışacak. Çok gelişecek, tahmin edemeyeceğim şeyler öğrenecek... Her geçen gün beni şaşırtacak. Yeni kelimelerini heyecanla beklerken belki komik İngilizce kelimeler dökülecek minik ağzından! Sevinçten uçarak mıncıracağım onu o zaman! Bir de, heyecanla kendi kendine paltosunu giymesini bekliyorum... Binbir Çiçek'e ilk gittiğimizde görmüştük, harika bir palto giyme yöntemi göstermişler çocuklara: paltoyu yere ters seriyorlar, üstüne yatar gibi eğilip kollarını sokuyorlar, kolları yukarı kaldırınca hoop, palto giyilmiş oluyor... Bize ait bir videoyu kışın buraya koyabiliriz umarım...

Özetle: mutluyum, heyecanlıyım, iyi hissediyorum... midemdeki kelebekleri seviyorum. Umarım minik adamım da "okulunu" sever, mutlu olur!

Bize şans dileyin! Sevgiler...

Babaları Çocuklarından Mahrum Etmek...

Geçenlerde bir arkadaşım, sabah 6'da kalkan kızıyla ilgilendiği, kahvaltısını yaptırıp kendisinin uyumasına fırsat verdiği için eşine teşekkür ediyordu... Aslında gerçekten, arkadaşım için harika bir jest! Babaya bravo...

Ama, son zamanlarda anne ve baba rolleri üzerinde düşünüyorum ve aslında bu yapılanın "bravo" denecek bir şey olmaması gerektiğini söylüyor beynim bana!

Gelin görün ki, toplumun dayattığı roller var -yalnızca Türk toplumundan da bahsetmiyorum. Dünyada kadınlara ve erkeklere biçilmiş roller var ve bu kalıpların dışına çıkıldığında "bravo" deniyor insanlara; hayretle karşılanıyorlar, alkışlanıyorlar, takdir ediliyorlar.

Peki niye, aslında normal olan bir şeyi takdir etmek için çabalıyoruz? Anne her sabah 6'da kalkıp, bebeğe kahvaltı ettirip, bebekle ilgilenip, oynayıp, "bütün gün işte yorulan" babayı daha sonra uyandırınca herşey normal de, baba yapınca niye alkış? Bu bebeği anne tek başına var etmedi, değil mi? Bu canlının genlerinin %50'si babadan, %50'si annedense, bakımını da aynı şekilde birlikte üstlenmeleri en doğalı değil midir?

Geçen Evren'in son yazısı üzerine de bu yorumu yapmıştım. Babaları niye bu kadar öteliyoruz çocukların hayatından? Biz anneler de yapıyoruz bunu, toplum da, hatta bazı uzamanlar da... Mesela, bu uzmanlardan en meşhuru, 3 yaşına kadar çocukla yalnızca annenin ilgilenmesi idealdir, diyor! 3 koca yıl! Demagoji yapmaya çalışmıyorum, baba ya da başkası hiç ilgilenmesin, demiyor; ama, aklıma iki soru getiriyor bu gibi cümleler:

1- Annelere neden bu kadar yük yükleniyor?
2- Çocuklar neden babalarından bu kadar mahrum ediliyor?

Bu toplum/uzman baskısı sonucu anne olarak biz de azıtıyoruz! Zaten hormonlar da müsait, bebeğimi benden başka kimse koruyamaz, ona benim gibi kimse bakamaz halet-i ruhiyesi içinde önce kimseye ama kimseye, babasına bile elletmiyoruz bebeği. "Bırak ben uyuturum, bırak ben altını değiştiririm, bırak ben yıkarım, bırak ben giydiririm, ayyy sen yediremezsin şimdi yemeğini ben yedireyim"... derken derken anne kişisinin pili de bir gün bitiyor ve üstteki cümleler bu sefer "ne olur bir kere de sen altını değiştirsen/yedirsen/yıkasan/uyutsan..."a dönüşüveriyor! Babalar afallıyor tabii! Bunca ay mahrum edilmiş bebeğinin bakımından, birden nasıl başlanır ki? Yapabilenler de zaten "kahraman baba/koca" mertebesine yükseliyor!

Sonuç ne oluyor peki? Temel bakım ihtiyaçlarıyla ilgilenmeyi iş edinmiş anne, oyun arkadaşı baba! Bir yandan en "çatışma çıkmasına müsait işleri" anne yapmak zorunda (alt değiştirmek, uyutmak, yemek yedirmek, banyo yaptırmak), ki çatışma hali hiçbir anne-çocuk için sevimli değildir. Ama tüm çatışmaya rağmen, çocuk "temel bakımını" yapan kişiye, annesine, güvenir. Peki bir çocuk, yalnızca "oyun arkadaşı" olarak gördüğü birine ne kadar güvenir? Belki de bunun içindir, çoğu ailede, çocukların tüm sırlarını anneler bilir, annelerle herşey paylaşılır. Baba "saygı duyulan", bazen de "korkulan" kişidir. Ne fena! Oysa anne de baba da "dayanağı" olmalıdır çocuğun. Her ikisi de güveneceği, sığınacağı liman olmalıdır.

Kendi hayatımızda görüyorum, Çınar bana çok düşkün; ama, babası olmayınca da kolu kanadı kırık... geçen hafta Ahmet 3 gün yoktu evde, seyahatteydi. Cuma sabahı Çınar önce babasının seyahat çantasını gördü, "baba?" dedi. Ben çantayı tanımasına afallamışken hemen ayakkabılığa koştu, bu sefer babasının ayakkabılarını görünce "babbaaaaa???" diye yüzüme umutla ve sevinçle baktı! "Evet tatlım, baba geldi, koş yatakodasına" deyince fırlayıp "babaaa, babaaaa" diye bağırış çağırış babasının üstüne bir atlayışı vardı ki, görmeliydiniz! Benim gözlerim doldu! Baba da mest oldu! Hatta şaşırdı...

Yani anlıyorum ki, onlar da hayatlarında var olmak istiyorlar çocuklarının, anneler kadar ilgi görmek, sevilmek, aranmak istiyorlar... ama çocuğun herşeyiyle anne ilgilenmek isteyince (binbir türlü nedenle), öteleniyorlar çocuklarının hayatlarından. Bu durum anne için yorucu (temel/lüks gereksinimlerimizi karşılamak için harcadığımız zamanı bazen çocuklarımızdan çalmışız gibi hissediyor, herşeyi uyku vakitlerine sığdırmaya çalışıyoruz; babalarsa normal hayatlarını yaşamaya devam ediyorlar...), baba için dışlayıcı. Ve böyle olması gerekmiyor, hatta bence, böyle olma-ma-sı gerekiyor!

Babalar günü arifesine denk gelmesi bu yazımın, tamamen tesadüf! Belki de değildir, ortada bu kadar çok "baba" lafının dolaşması bilinçaltımdan çıkarmıştır bu yazıyı.

Ama, hadi bir vesile olsun, babalara bu babalar gününde çocuklarıyla artık daha çok ilgilenme, onların daha çok yanında olma fırsatı hediye edelim!

Tüm babaların babalar günü kutlu olsun!

NOT: Fotoğraf Gökhan Altınören'e aittir...

Güncelleme: Daha yeni, sevgili Evren de bu konuyla ilgili yazmış... "cross reference" da yapmış oluyorum gerçi bir yerde ama, nefis bir yazı olmuş yine, bir TIK! Hem de bu yazıda, yukarıda bahsettiğim "uzman" kim, öğrenmiş de oluyorsunuz...

18 Haziran 2010 Cuma

Hediye

Minik sürprizler hayatı nasıl da güzelleştiriyor, değil mi?

Hiç beklemediğim bir anda, hiç beklemediğim bir anneden Çınar'a bir hediye geldi bugün... izniyle paylaşıyorum:

Çoğalır seninle sevinçlerim,
Irmaklar gibi coşar yüreğim,
Nehirler kadar, saftır, temizsin bebeğim,
Artık her daim, arıyor ellerim ellerini,
Rabbim korusun tüm kötülüklerden seni...

Teşekkür ederiz Beyza, eline, yüreğine sağlık... Recep Bartu "abi"ye kocaman öpücükler...

NOT: Fotoğraf, ailemizin fotoğrafçısı Özge Conduroğlu'na ait... senin de eline sağlık Özge'cim, bu da bizim için harika bir hediyeydi...

17 Haziran 2010 Perşembe

Kıpır Ailelerin Sapanca Çıkartması


Ön Not: Bu uzun bir yazı... uzun ve güzel bir günün, uzuuunca bir anısı...

İtiraf ediyorum, benim yüzümden oldu...

Her organizasyonda olmak istiyorum, her buluşmada, her etkinlikte...

Amerika'dan Evren geldi. Ankara'ya gelemeyeceği kesin... İstanbullu kıpırlar kıpır kıpır... Eksik kalmamam lazım! Dedim ki "Ortada buluşalım, Ankara'dakiler de gelebilsin!" İstanbullu kıpırlar hakikaten kıpırmış, Esra Özlem bir organizasyon yaptı hemen, Neşe yeri ayarladı, 17 aile (Ankara'dan 3, Adapazarı'ndan 1, İzmit'ten 1, kaanlar İstanbul'dan olmak üzere -yanılmıyorsam) kendimizi geçen pazar Sapanca'da bulduk! Hem de taşındığımız haftasonu!

Ara Not: Annem sağolsun, "siz gidin kızım, zaten cuma taşınacaksınız, biz evi yerleştiririz" dedi. Hayır, diyemeyeceğim bir teklifti! "Otur oturduğun yerde Başak" deneceğine emin olan Ahmet şaştı kaldı bu işe :) Annem, iyi ki varsın!

Evren ve Tan kuzusunun da bizimle gelmesiyle yol keyfimiz ikiye katlandı! Yolculuk sırasında Evren'ciğimin katlanmış mıdır, onu tam kestiremiyorum :) Zira kendisi iki oto koltuğu arasına sığmak suretiyle 3 saat yolu gitti ve de geldi. Gidişte çocuklar uyusun da orda huysuzlanmasınlar diye ninni/şarkı söyledi, dönüşte de uyumasınlar diye yapmadığı şebeklik kalmadı :) Sağolsun, varolsun! Gidişte önce Tan teslim oldu uykuya, Çınar direndi... direnirken (ciyaklamak suretiyle) Tan'ı uyandırdı ve hemen ardından pili bitti ve sızdı!

Sapanca'ya vardığımızda Çınar hala uyuyordu; başına babasını nöbetçi diktim ve (gerçekten kendisi gönüllü olarak kaldı) bu sayede, herkesle tanışma ve bebişleri sakin kafayla sıkıştırma imkanım oldu :) Ama itiraf edeyim -orada da ettim zaten- Çınar ortada olmadığı zaman kendimi boşlukta gibi hissettim -hissediyorum. Zaten pek kimsenin benimle ilgilendiği yoktu, herkes "aaaaa ama Çınar ne zaman uyanacak, olmaz ki amaaaa" deyip durdu -alacağınız olsun! Neyse ki Çınar'ın uykusu uzun sürmedi, yarım saat sonra uyandı ve yerine oturmamacasına ortalığı keşfetmeye başladı!

Ben "yaşasın, çocuk parkı masalara gölden daha yakın, uzunca bir süre gölü fark etmez sanırım" diye düşünürken bizimkini su çağırdı resmen, soluğu göl kenarında aldık! Göle düşme çabaları sonuç vermeyince (!) ördeklere baktık. Pek hoşuna gitti ördekler yavrumun. Sayelerinde "gölde çocukların değil, ördeklerin yüzeceğini, girmemesi gerektiğini" daha rahat anlatabildim :) Allahtan göl kenarında ayaklarını çırpan bir kısım arkadaşını görmedi. Görseydi kendisini Sapanca'dan ayırmamız mümkün olmazdı zira.

Sol üst, Ördekler yoook, Sağ alt: sevgili ördekler, Sağ/sol üst/alt: Özge ve Elif Teyzeler'i oğlumu mıncırırken, kendisi "beni mıncırın" diye gözlerinin içine bakarken...

Etraf o kadar cazipti ki Çınar için, öğle yemeğini başarıyla yedirmemiz mümkün olmadı -ki mönüde bayıldığı köfte-pilav ikilisi vardı! Yemedi, su dolu tasta oynarken annesi tavuklu domatesli şehriye çorbasını içirdi -kakaladı desek daha doğru olacak! Gölden, etraftan, sağdan soldan biraz hevesini alınca da usul usul ortada oynayan diğer çocukların yanına yanaştı, Aylin'in ayaklarını merak etti, TülinSu'yla su içme yarışı yaptı (önce Çınar Aylin'in suluğundan içti, sonra TülinSu'nun, sonra Aylin'in suluğunu TülinSu aldı, Çınar da TülinSu'nunkine terfi etti... herşeylerini paylaştılar -mikroplarını bile :>), sonra da hamaktaki Gülce'nin yanında yanaştı, bir süre birlikte keyif yaptılar!

Sol üst: Ilgaz Abi bebeleri eğlendiriyor (gibi), Sağ üst: bebekler Ekin ve Ece, Alt: oyun zamanı! Sol altta, sapsarı kafalı çocuk hemşehrim Ata :)

Sol üst: Ada sızdı sızacak (-tı, ama sonra "uyandım!" demiş ve kalkmış), Sol alt: Gülce ve Çınar'ın hamak keyfi, Sağ alt: hamakta üç fıstık, Ada, Gülce, TülinSu, Sağ üst: saldım çayıra...

Gülce kız hamakta sızdı ama bizimki şarj oldu resmen. Soluğu çocuk parkında aldık! Ben "iyi ki salıncaklar korumalı değil, saatlerce sallanamaz" derken yine beklenmedik bir şey oldu ve salıncağa binmeye yeltenmedi bile! Öyle eğlenceli bir kaydırak vardı ki, tünelli münelli, merdiven çıkmak, tünelden geçmek, ceeee yapıp kaymak daha cazip geldi! Zaten sevmiyorum salıncak olayını! Ne o öyle, saatlerce sallan sallan sallan (ve salla salla salla tabii). Bizimki koca popoyu kaldırıp da kaydırağın tepesine varana kadar önünden "fırtıp" kayan Yiğit'e biraz sinirlendiyse de (sağ elini havaya kaldırıp "gııhhhaaaaaa" şeklinde bağırmak suretiyle) herhangi bir münferit olay yaşanmadı parkta da! Zaten, ben hayatımda bu kadar uyumlu çocuğu bir arada gördüğümü hatırlamıyorum! Tabii ki çekişmeler oldu: İrem ve Çınar arasında top yüzünden, Yiğit ve Çınar arasında kaydırak sırası ve Yiğit'in çorapları yüzünden, Çınar ve Ata arasında oyuncak arabalar yüzünden (hehe, hep başrolde benim oğlum olmasının nedeni benim hep Çınar'ın yanında bulunmuş olmamdır herhalde, değil mi, yoksa başka çekişen ikililer de vardır, değil mi???)... Ama hiç birbirini iten, birbirine zarar veren, bilerek anlamsızca hareket eden çocuk yoktu ortada! Ki, yaşları 2 ay ile 3 yaş arası değişen, ortalama yaşı 1.5-2 olan 17 çocuktan bahsediyorum!

Üst taraf: kaydırak ekibi -Ada (kaymak üzere), Defne, Yiğit, Çınar, Alt taraf: kaydıraktan kayan Çınar, Yiğit'in çoraplarını alıp kaçan Çınar ve kovalayan Yiğit, bir köprüde karşılaşmış inatçı iki keçi -keçiler Mine'nin Ada'sı ve Çınar


Kaymayanı kaydırırlar :) from Basak Celik on Vimeo.

Bu kadar çok ve küçük çocuğun hiçbir arıza çıkarmadan bir arada bulunabilmelerinin nedeni kesinlikle aileleriydi bana göre! Hepsi değişik karakterde çocuklardı çünkü, gözlemleyebildiğim kadarıyla. Ama aileler... hepsinin ortak bir yanı vardı: sabırlı, hoşgörülü, nasıl davranması gerektiğini iyi bilen, çocukları boş yere germeyen, anlayışlı, fedakar, mutlu 17 aile bir aradaydık o gün. Ve her bir ailenin enerjisi beni o kadar etkiledi ki, anlatamam! Gerçekten, çocuklarımızın davranışlarını çoğu zaman bizim anne-baba olarak tutumumuz da etkiliyor. Tahammülsüz ve mutsuz olduğumuz zaman hırçınlaşıyor çocuklar, mutlu ve rahat olduğumuzda birden sevgi kelebeği, uyumlu çocuk numunesi oluveriyorlar! Nurturia'yı bu yüzden seviyorum, beni tahammülsüz ve mutsuz olmaktan alıkoyan, buna fırsat vermeyen bir sürü arkadaşım var orada! Beni çok olumlu etkileyen pek çok anne... çok şey öğrendim, öğrenmeye devam ediyorum. Olumlu etkilerini görüyordum zaten, ama Sapanca'da emin oldum! Biz birbirimize iyi geliyoruz! Keşke fırsat olsa da, hep görüşsek!

Neyse efendim, bu kadar hareketten artık gerçekten yorulan Çınar ve diğer çocuklar kendilerini çimlere attılar! Aşağıda "çimlere yayılmış" fotolarımızdan bir seçki bulabilirsiniz. İlk fotoda Çınar, yeni meşgalesi ayakkabı bağcıklarıyla oynarken Ada yanına geldi oturdu. Birlikte bağcıkların sihirli dünyasında eğlendiler bir süre...

 Sol üst: Çınar ve Ada :), kalanlar: Çınar'ın çeşitli halleri...

Böyle yerlere serildiğini görünce, Evren'in dönüş yolunda uyutmama çabaları (bkz. 6. paragraf) boşa çıkmıştır, diye düşünebilirsiniz. Çıkmadı, ama gerçekten sevgili Evren muhteşem bir performans sergiledi! Tan azıcık sızar gibi yapsa da ikisi de -aç ve pis olarak- gece uykusuna geçmediler. Sağ salim, ama anneler olarak biraz tutulmuş vardık evlerimize...

Merak edenler için: Çınar o gece banyo ve yemekten sonra 10 dakika içinde uyudu ve 10 saat boyunca kıpırdayamadı bile! Yorgunluktan sefil olmuş yavrum, iyi elektrik attı ama :)

Son Not: Tanıştığım herkesin tahmin etiğim gibi olmasına şaşırdım da, şaşırmadım da... samimiyetlerinden hiç kuşku duymamıştım hiçbirinin, ama bu kadar gerçek olmaları yine de şaşırtıcı geldi :) (YavruSu'nun annesi) Evren, Elif ve Özge'yle yıllaaaaaardır tanışıyor gibiydim! Hani üniversitede kankasınızdır da sonra bir yerlere dağılırsınız, ama her buluşmanızda herşey kaldığı yerden yeniden başlar.... öyle hissettim! Damla zaten ailemizin bir ferdi gibi (Tan'ı kendi yeğenim, Evren'i  kızkardeşim gibi gördüğüm için sanırım Damla'yı da kızkardeşim sanıyorum -aslında galiba ablam sanıyorum :>), Tuğçe ve Neşe'nin -ve Neşe'nin kızkardeşlerinin- zerafeti, Ayşegül, Füsun, Yasemin ve Mine'nin tatlılığı, Esra'nın neşesi, Eylem'in samimiyeti, Özlem'in muhabbeti... her bir annenin artık daha bir ayrı yeri var kalbimde!

Ben şimdi yeni bir organizasyon ne zaman yapılır, ben bu muhteşem ailelerle bir daha ne zaman buluşurum onun derdindeyim!

O zamana kadar, kalın sağlıcakla, Çınar'ın deyişiyle: Ba-baaaa!!!!

Not: Fotoğraf Özge Conduroğlu'na ait...

16 Haziran 2010 Çarşamba

Taşınma Notları...

Eski hayatımızla vedalaştık, taşındık... yeni evle ilgili güzel mi güzel bir yazıyı, iyice yerleştikten sonra güzel fotoğraflar eşliğinde yazmak istiyorum. O yüzden, şimdi yalnızca kısa kısa notlarla mevcut durumu aktarmak istedim:

- Perşembe akşam Mine Abla'yla vedalaştık, allahtan çok dramatik sahneler yaşanmadı. Ama, o hafta Çınar'ın hırçınlığı tavan yaptığı gibi, perşembe gecesi hiç uyumadı! Tabii ki taşınmayla ilgili bir şeyler de hissetmiştir; ama, emekleri ve Çınar'a çok güzel baktığı için allah razı olsun desem de, bu son golü için MA'ya teşekkürlerimi sunuyor, mümkünse uzuuuuuuuunca bir süre görüşmeyelim, diyorum (diyordum ki dün sabah aradı, efendim kendini boşlukta hissediyormuş da, kuzusu n'apıyormuş da, her gün ondan selam söyleyecekmişim de... he, dedim geçtim! Ya da Çınar'ın deyimiyle: ba-baaaa!!).

- Cuma gününden beri Çınar'ın huysuzluğundan eser yok... üstelik 2 gün boyunca pek de alışık olmadığı babaanne-dedenin evinde kalmış olmasına rağmen. Yalnızca, normalde gün içinde de yaptığı, "anneaauuuooo, babaaauuuooooo" mızırdanmalarını birazcık daha sık yapmış ama genel hatlarıyla gayet iyiymiş (akşamları birlikteydik, gündüz babaannede kaldı yalnızca).

- Taşınırken, cuma günü, Çınar çok mutluydu. Evde sürekli eşya taşıyan, iş yapan adamlar onu çok heyecanladırdı! Deli gibi yardım etmeye çabaladı! Bir kez daha yazıyorum: tam bir g-ö-r-e-v-a-d-a-m-ı! Sonra park yerindeki nakliye kamyonunu keşfetti ve zevkten delirdi! 20 dakika boyunca kamyonu/tırı inceledi. Zor bela arabaya atıp (yolda başka "bavuu"lar da göreceğiz vaadiyle, gördük de ama!) babaanneye götürdüm :)





- Taşındık, hala bazı eşyalar havada asılı duruyor/uçuşuyor olsa da, büyük parçalar yerleştiği için yerleştik de diyebilirim. Yalnızca evi ben yerleştirmediğim için bulamadığım herşeyin yeri için annemi arıyorum, o biraz komik oluyor :)

- Sapanca'dan dönerken (Sapanca'yı da yazacağım tabii, kaçar mı, ama daha geniş vakitte, keyifle...), klimadan galiba, üşütmüşüm hafif. Boğazım ağrıyordu. Annem "ee, taşınma sırasında normal tabii, olur o kadar diyerek" güzeeelce lafı oturttu :)) Yok, iğnelemez, espri yaptı; paylaşayım dedim :)

- Çınar bu hafta babaanne ve dedeyle yeni evimize alışıyor. Park&market&balkon&kocaman yeni oda dörtlemesinden çok memnun görünüyor. Odasını o kadar çok sevdi ki, yalnızca orada oynuyor (ulen evin en büyük odasını kendisine tahsis ettik, daha ne olsun!). Bir de cam balkon kaplattığımız minik mutfak balkonumuzdan yoldan geçen araba ve kamyonlara bakmaya bayılıyor. Eski evde balkonumuz kocamandı ama alt kısmı duvar örülü olduğu için böyle bir lüksü yoktu. Şimdi cam balkonun alt tarafı demir parmaklık, keyfine diyecek yok! Gerçi dün akşam ayaklarını o demirlerden aşağı sallamaya çalışınca ben bir tedirgin oldum ama ses etmedim. Nasıl olsa yarın bir gün cam balkoncular gelip altı buzlu cam kapatacaklar, ben de rahat edeceğim... hmm, ama oğlum yolu göremeyecek o zaman, bir çare düşünelim...

- 3 gecedir korkuluksuz ve bariyersiz yatağında yatıyor Çınar. Dün gece çot diye yan minderin üzerine düştü ama zaten hareketli bir gece geçirdiğimiz için yalnızca bir kere düşmüş olmasını düşmekten saymıyorum :) Mothercare'den aldığımız bariyeri de iade edip oğluma yeni ciciler alacağım o parayla bugün :)

- Sabahları benimle işe gelmek istiyor ama her sabah bir ev işi icat etmek vesilesiyle o krizi atlatıyoruz (Çınar, hadi ben işe gideyim, siz babaanneyle elektrik süpürgesini açın/çamaşırları yıkayın/balkona vileda yapın... Hayır, babaanneye iş yıkmaya çalışmıyorum, o da nerden çıktı? :D)

- Oğluma kahvaltı yaptırmayı özlemişim ("düt" içmemek için yaptığı onca itiraza rağmen!). Bu hafta zaman ayarlaması yapmaya çalışıyorum ben de. Anladım ki, 7:15 gibi kalkarsam ve Ahmet'i de 7:30 gibi kaldırırsam, evden 8:30'da çıkabilir ve böylece (Çınar'ı yuvaya bırakıp) 9:00-9:15 civarı iş yerilerimizde olabiliriz.

- Sabah trafiğinde evden çıkıp ofisime varış sürem 20 dk :)))) Alllah! Cennette miyim? (40 dk/30 km vs 20 dk/12.5 km)

- Dün akşam üzeri Anneyazar'la ve tatlı kızıyla buluştuk, bebeleri parkta oynattık! Yakında Evrenler'in parka damlarız herhalde! Sosyalleştik, mutluyuz.

- Çınar haftaya yuvaya başlıyor, asıl macera ondan sonra...

Hepsinin özeti, keyifliyiz, mutluyuz! Yeni gelen günleri heyecanla bekliyoruz! Ve görüşmek üzere diyoruz...

NOT: Güya "kısa kısa notlar" demişim, yekun epey uzun tutmuş! Ama alıştınız siz bana artık, değil mi? :)

11 Haziran 2010 Cuma

Yeni Kiracılar

Daha biz yeni eve taşınmadan yeni kiracılar geldiler bizim eve taşınıverdiler...

Evet, biraz arsızlar. İki haftadır aynı evde yaşıyoruz onlarla! Ama anne hamileydi, ikiz bebek bekliyordu. Kıyamadık. Atmadık evden, biz çıkalım da öyle gelin oturun da diyemedik.

Dün bebeklerimiz geldi, gördüğüm en çirkin yavrular, ne yalan söyleyeyim... ama analarının kuzusu onlar da. Ben daha önce hiç bu kadar küçüğünü görmemiştim! Çınar çok şaşırmış bebeklere; ama, çok da bir şeye benzetemediğinden, çok ilgisini çekmemiş.

Akşam vedalaştım aileyle. Baba ortalarda yoktu, anneye hoşçakal, dedim. Biraz rahatsız ettim sanırım, vedalaşırken kaçıp gitti. Belki de duygulanmıştır, bilemiyorum. Ben de ondan izinsiz yavruların fotoğrafını çektim. Anı olsun diye... İlk 8 ay flaş kullanmamak lazım, biliyorum ama karanlıkta başka çarem yoktu... kusura bakmasınlar, bir kereden bir şey olmaz, zaten bir daha fotoğraflarını çeken de olmaz diye tahmin ediyorum. Buyrun aşağıda resimleri var yeni kiracının yeni bebeklerinin :)

NOT: Yaşıyorlar... ben daha önce hiç yenidoğan kuş yavrusu görmediğimden çok korktum ilk görünce, ölmüşler sandım... annemle az önce konuştuk, ikisi de hala yaşıyormuş. Kıpırdanıyorlar artık, dedi. Yuva yaptıkları yer aslında bizim balkonda duran, içine hiç sebze koymadığımız sebzeliğimiz. Bıraktık onu orada, rahatsız etmedik "yeni kiracıları". Güle güle otursunlar, yavrularını güle güle büyütsünler :)

10 Haziran 2010 Perşembe

Hoşçakal Eski Hayat!

Bu gece, bu evimizdeki son gecemiz...

5 yıldır yaşadığımız ilk evimize veda ediyoruz.

Ortadaki balkon ve mutfak camı bizim eve ait...

Çok sevmiştik burayı, tam yeni evli bir çifte göreydi, kutu gibi, ama kullanışlı -büyük mutfak/büyük salon/büyük balkon! Üstelik hep bir sitede yaşamak istemiştim küçüklüğümden beri, işte şimdi hayallerim gerçek olmuştu!

İlk misafirlerimiz Seda ve Sarp'tı! Hatta o kadar "ilk"lerdi ki, yemeklerini bile kendileri yapmak zorunda kalmışlardı (Sarp balık yapmıştı bize, Seda salatayı... ben 'tabakların yerini' göstermiştim. Balayının ertesi geldiler ama, n'apalım :D).

Eski apartman komşuları tadında komşularımız da oldu: Fehmiye Teyzeler, Şeyma Teyzeler... sonra Kutaylar, Isabeller (bunlar bebe kısmı aslında)... Fehmiye Teyze'mizle Arif Amca'mızın emeklerini, haklarını ödeyemeyiz. Anne-babalarımız kadar yakın oldular bize, kolladılar! Biliyorum, her bayramda ellerini öpmeye geleceğiz!

Partiler verdik evimizde; askere uğurlama partisi, mantı partisi, tabu partisi, doğumgünleri (ve komşularla papaz olduk)... doktoramı kutladık!

Sonra, minik adam bu evde doğdu. Yani, doğunca bu eve geldi, dünyamız olmaya bu evde başladı... Özenle odasını hazırladık, heyecanla bekledik, mutlulukla büyüttük! Sitenin parkında dolaştık minik adamla saatlerce, çimlerde meyve yedik, oturduk, yuvarlandık, koşturduk!

Yarın veda ediyoruz "ilk" evimize... ve benim bu eve gelmek için ayrıldığım evimize taşınıyoruz :) Kürkçü dükkanı, diyorum! Ama çok mutluyuz. Bu evimizi, sitemizi çok seviyorduk, ama heryere çok uzaktı. Kendimize, Çınar'ımıza ayıracağımız vakti yollarda harcamaya daha fazla dayanamadık. Dönüyoruz kürkçü dükkanımıza...

Çınar bu gece son kez bu odada yatacak. Bakıyorum da şimdi, epey "bebek odası" gibi kalmış... Artık oğluma, daha "büyümüş" hissedebileceği bir oda hazırlıyoruz...

Çınar'ın "eski" odası, yatağı, oyuncakları, kitapları...

Minik adam bugün son kez bu bahçenin tadını çıkardı (5 senede annesi o kamelyada bir kez bile oturup bir çay içemedi ya, helal ona! Ha bugün, ha yarın derken, geçti vakit... Çınar'la içinde oynamışlığımız var da, hiç çay+dedikodu keyfi yapamadım!):

Genel görünüm: Kamelya, çocuk parkı, otopark; Üst küçük resim: Kamelya, Alt küçük resim: basket/tenis sahası ve gül bahçesi

Ve ben yarın son kez bu park yerinden, yağmurda ıslanmış çim ve gül kokularını içime çekerek, arabamla çıkacağım ve yeni hayatımıza doğru dönecek tekerlekler...

Umarım üçümüz de, en az bu evde olduğumuz kadar mutlu oluruz yeni hayatımızda...

Sevgiler...


4 Haziran 2010 Cuma

1. Geleneksel Uçurtma Şenliği

Yine Nurturia'dan bir grup anne toplandık, Ahlatlıbel'e Uçurtma Şenliği yapmaya gittik...

Büyük ve parlak renkli uçurtmanızın ipini açıp uçurtmayı havaya fırlatır ve olabildiğince hızlı koşarsınız. Belki rüzgar onu alıp uçurur... (Rüzgarlı Bir Gün'den, Anna Milbourne, TÜBİTAK Yayınları)
Biz de aynen kitapta yazdığı gibi yapacaktık, hatta Çınar çok hazırdı! "Uçurtmayı havaya fırlatıp ne yapacağız Çınar?" diye sorunca elleriyle koşuyormuş gibi yapıyordu. Ama, sürekli rüzgarlı olan Ahlatlıbel'de o gün son derece süt liman bir hava hakim olunca, istediğimiz gibi uçuramadık uçurtmamızı... Ama olsun, zaten maksat bir arada olmaktı!



Bütün çocuklar çok şekerdi, anneler çok hoşsohbetti! Yine çocuk peşinde koşmaktan oturup doğru düzgün sohbet edemediysek de, yeni yeni annelerle bir araya gelmek çok hoşuma gitti! Geçen buluşmadan tanıdığım bir tek Elif vardı, sonra da Anneyazar geldi. Meşhur Nurşen Ece'yi de böylece görmüş olduk...



Bizim minik adam, Elif'in kuzusu Yağız'ı daha önceden tanıdığını fark etti ve doğrusu ikisi iyi bir ekip oldular! Bir de rüzgar olsaydı, o uçurtma kesin uçardı, kesiinn!!! Sonrası için, Çınar ve Yağız'ın dilinden bir mini foto-roman yazdım... buyrun okuyun :)




Bir sonraki şenlikte görüşmek üzere...

Güneş Ülkesi'nden D Vitamini Manzaraları

Başlığa bakıp da masalsı bir yazı bekleyenleri hayal kırıklığına uğratacağımı şimdiden yazayım da, yazının kalanı için beklenti olmasın...

Masalsı olmasa da, önemli yazacaklarım, başlığı da dikkat çeksin diye böyle attım (provokatif başlıklar konusunda uzmanlaşacağım yakında).

Bu hafta ortasında minik adamı 20 ay kontrolü için doktora götürdük. Kendisini çok severiz, çok güvendiğimiz, beni her daim rahatlatan, babacan, bilgili, çocuk psikolojisine duyarlı bir profesördür kendisi!

Ara NOT: Kontrolümüz bu sefer çok iyi geçti. Çınar 85 cm, 12,5 kg olmuş (%75 eğrisinde). Kontrolde hiç sıkıntı yaratmadı, doktorun her tür muayeneyi yapmasına izin verdi. Sanırım bunda, sabah "bak tatlım, doktor amca senin kulağına bakacaaaaak, sırtını dinleyeceeeek, göğsünü dinleyeceeek, boyunu ölçeceeeeek, kilonu ölçeceeek, bir de pipişe bakacaaak; haydi şimdi sen de göster, nereni dinleyecekti?..." şeklindeki telkinlerimizle birlikte, Tahsin Hoca'nın Çınar'a hediye ettiği oyuncak tırın (bavuuuunun) da etkisi olsa gerek :)

Kontrol bittikten sonra, ben "fazla mı kalsiyum alıyor acaba Çınar, ben size günlük ne kadar süt, yoğurt, peynir tükettiğini söylesem?.." şeklinde konuya başlamıştım ki Tahsin Hoca, "D vitamini eksikliği konusunda ülkemizde çok sıkıntı var, bakın size değerleri göstereyim" diye konuya girdi...

Ara NOT: Doktorumuz, D vitamini eksikliği, kalsiyum alımına etkisi konularında İngiltere'de yüksek lisansını yapmış (tıp dilinde nasıl kullanılyor, bilmiyorum) bir hoca. Uzmanlık dalı diyabet. D vitaminiyle kalsiyumun ilgisi şu: D vitamini kalsiyumun kemiklerde depolanmasını sağlıyor. D vitamini eksikse, alınan kalsiyum kemikte depolanamıyor!

Bize bir defter gösterdi, yıllarca incelediği hastalarının D vitamini değerleri. D vitamini değeri, kanda 30 (birim) ve üstünde olmalıymış. 2 yaşında kadar bebeklerin D vitamini değerlerinde sorun olmadığını gördük -nedeni, alınan D vitamini damlaları (yaşasın Devit!). Ama 2 yaşından sonra bu vitamin genelde kesildiğinden ve ülkemizdeki süt ve süt ürünlerinde D vitamini takviyesi olmadığından D vitamini değerleri 20 ve altında seyretmeye başlıyormuş! Obez çocuklarda bile değerler 10-20 arası... "Avrupa'da güneş bizdeki kadar bol olmadığı için süt ve süt ürünlerini muhakkak D vitaminiyle zenginleştiriyorlar. O yüzden 70 yaşlarında bile zıpkın gibi oluyorlar. Bizde ise, 'güneş ülkesi' olduğumuz için, bu zenginleştirmeye ve D vitamini kontrolüne gerek görülmüyor. O yüzden hem boyumuz kısa, hem de kemik erimesi değerlerimiz Avrupa'nın kat kat üstünde!" dedi doktorumuz. Önerdiği şey şu, her sene sonbaharda kandaki D vitamini değerinin ölçülmesi ve eksik olduğu durumda 1 ampül D vitamini takviyesi. Senede bir kez, tek doz! Vitaminin fazlasının da zehirlenmeye neden olduğunu belirterek, mutlaka kontrol altında kullanılması gerektiğini de ekledi kendisi. Yazın mutlaka Çınar'ı güneşe çıkarın, aşırı miktarda güneş sütü sürmeyin ki kemiklerine iyice geçsin, de dedi (tabii güneşin cayır cayır tepede olduğu saatleri kastetmiyordu). 24 ay kontrolünde D vitaminini ölçtüreceğiz, diğer kan değerleriyle birlikte tabii!

Bir de bize kısa bir bilgi notu verdi. Ben de burada sizinle paylaşmak istedim. Aşağıdaki tablolarda önerilen günlük kalsiyum alımı ve kalsiyum kaynakları ile ilgili bilgiler var (kaynak: Güven Hastanesi):




Kalsiyumun fazlası içinse "fazlası vücuttan atılır, bir zararı da yoktur" dedi. Çınar biraz fazla alıyor gibi günlük beslenmemize göre, ama zararı yoksa, varsın alsın :)

Bir de önemli bir şey söyledi, kola ile ilgili... Bu şirketler bütçeleri büyük, dev firmalar olduğundan bu bilgiler paylaşılmıyormuş. Ama kolanın içindeki maddeler D vitaminini tutuyormuş, dolayısıyla, kalsiyumun kemikte depolanmasını önlüyormuş! "Hiçbir zaman bir yararı yok ama, özellikle 8-18 yaş arası çocuğunuza içirmeyin, kemik gelişimini çok sekteye uğratıyor" diye uyardı bizi doktorumuz! Ben de sizi bilgilendireyim istedim...

Sapasağlam kemikli çocuklar yetiştirebilmek dileğiyle, sevgiler!

3 Haziran 2010 Perşembe

Bir Dolap Kitap #2

Daha önce de yazmıştım, bayılıyorum bu siteye! Özellikle de "kitap okuma alışkanlıkları" ile ilgili yazılarına.

Buyrun, Çocuğunuzu Tam Bir KitapSevmez Yapmanın 15 Altın Kuralı'nı okuyun!

Ve lütfen hiçbirini uygulamayın!

Sevgiler...

İkoncan*

* Nurturia'da fotoğraflarımıza "çok şık bu çocuk" diye yorum bırakan anneler ithafen; bizi şımartıyorsunuz :)

Yeliz bizi mimlemiş :) Ben de bizim minik adamı nasıl giydiriyorum, sorduğu sorulara yanıt vererek anlatmaya çalışayım:

1- Nasıl Giydiriyorum?

Özene bezene :) Ne yalan söyleyeyim, çok da eğleniyorum giydirirken... aslında, eğleniyoruz, demem gerekir; ailecek! Babası zaten kıyafetlerine çok özenir, dedesi de, anneannesi de, dayısının da kendine göre bir moda anlayışı vardır şimdi -hakkını yemeyeyim, e ben de fena değilimdir. Hal böyle olunca, evde giydiği kıyafetlerinde bile "onun altına/üstüne bu gider" şeklinde yaklaşıyoruz olaya! Hatta, Çınar 15 aylıktı, Mine Teyzesi Beşiktaşlı eşofman takımının altına lacivert çorap giydirmeye kalktığında çorapları ayağından çıkarıp, çorap çekmecesine koşup, beşiktaşlı çoraplarını bulup giydirtmişti kendine! Bu anımızı da böylece buraya kaydetmiş oldum :) Deli miyiz neyiz bilmiyorum ama çok keyifli! Yalnız, böyle seçip dururken, yavrucağın rahat edeceği tasarımları da buluyoruz, "trendy" giydireceğiz diye minik adamı telef etmiyoruz! Bilgilerinize arz ederiz!

2- Nerelerden Alışveriş Yapıyoruz?

Hediyelerle yaşıyoruz, desem? Gerçekten! Anneanne/babaanne/dede/amca/teyze/hala/tanıdık amca/teyze popülasyonu sağolsun, yurt içinden ve yurt dışından kıyafet yağıyor evimize! (NOT: Buradan geçen hafta Çınar'a Fransa'dan yığınla kıyafet alıp gönderen halasına, babane-dedesine, ve Amerika'dan yine bir sürü kıyafet, ayakkabı, terlik getiren dedesine teşekkür ediyoruz; sağolun, varolun!) Biz de zaman zaman alıyoruz çocuğumuza bir şeyler tabii. O zaman da tercih ettiğimiz mağazalar/markalar şunlar:

- Mothercare: Fiyat/kalite açısından gerçekten tek geçerim!
- Zara Kids: Ben daha tasarım kıyafet satan mağaza bilmiyorum, babası bazen "bunun büyüğünden yaptıracağım kendime" krizine bile giriyor! Ama indiriminden almayı tercih ediyorum :)
- Smyk: Hem ucuz, hem şık!
- Marks&Spencer: İndirimde, rastlarsak...
- GAP: Bayılıyorum da, indirimini bekliyorum hep :)
- Nike: Eşofman takımda favorim!
- Ceylan: Bazen çok güzel ev içi/dışarı kıyafeti bulabiliyorum, penyelerini çok kaliteli buluyorum.
- C&A: Ucuz, güzel çocuk kıyafeti adresim! Ev içi kıyafetlerinde mutlaka bakarım, dışarı için de çok güzel ve ucuz 3'lü takımlar buluyorum! Kendilerini seviyorum!
- Benetton 0-12: İndiriminde güzel eşofman takımlar, hırkalar, süveterler; indirim haricinde de kısa kollu polo t-shirtler...

Semt pazarlarını çok severim, bilhassa yaz kıyafetlerini (şort, t-shirt, penye, vs) semt pazarlarından almayı tercih ederim (geçen sene Gelibolu pazarından az kıyafet almamıştık). Ama cumartesi de çalışınca bakmaya vaktim yok...



3- Ütü

Evet, ben hala Çınar'ın kıyafetlerini de, kendi kıyafetlerimizi de ütülüyorum. Ehem, şey... Aslında şöyle, Çınar'ınkileri Mine Abla ütülüyor, bizimkileri çoğunlukla annem ve Gülcan Abla :) Ama Mine Abla'nın olmadığı dönemde ben de ütülerdim. Çınar kreşe başladıktan sonra da ütülemeye devam edeceğim. Başka türlü içime sinmiyor, bir de, o minicik kıyafetleri ütülemek bana çok keyif veriyor (arada bizimkiler de çıkıyor!).

4- Terlik mi, Sandalet mi?

Geçen sene bizim minik adam daha yürümüyordu, terlik işine hiç kalkışmamıştık. Sandaletleri vardı. Bu sene daha bilemiyoruz. Dedemiz sağolsun, bize Crocsvari bir terlik getirmiş Amerikanya'dan, evde onları giydiriyorum. Daha alışamadı bizimki, durup durup ayaklarına bakıyor. Ama rahat etmese hiç giydirmezdi, biliyorum! Yürürken hangisiyla daha rahat edecek, hangisi ayak parmacıklarına daha az zarar verecek bakacağız ve ona göre tercihimizi yapacağız...

Henüz Ankara'da açık ayakkabıya geçmedik (Çelikler olarak en azından), o yüzden hala ayakkabı takılıyoruz. Ayakkabıda favorimiz Nike! Tombik ayaklarımıza en güzel onlar oluyor... Dedemiz sağolsun, yine bize taaa Amerikanya'lardan Stride Ride ayakabılar almış. Gerçekten tam tombik ayaklara göreymiş onlar da! Çınar'ın ne kadar rahat ettiği, giydiği andan itibaren neşeyle koşturmasından belli! Bir de yine dedesinden hediye Converse'lerimiz var ama onları daha denemedik :)

5- Şapka Sorun Mu?

Sorun-du! Mine Teyze'miz çözdü, sağolsun! Geçen yaz, Çınar'ın arkası dönükken çaktırmadan, usulca şapkasını takıp, kafasındaki şapkayı ne zaman fark edip de fırlatıp atacak diye kalp çarpıntılarıyla beklediğimiz günler geride kaldı -gibi. Mine Teyze'si konuşmuş oğlumla "Nasıl kışın kulaklarımızı soğuktan korumak için bere taktıysak, yazın da başımızı güneşten korumak için şapka takmalıyız. Yoksa hasta olabiliriz" demiş. Çınar da ikna olmuş ki, takıyor şapkasını. Geçen uçurtma şenliğinde takmadı ama, durduramadığımız için yerinde başaramamış olabiliriz :) (NOT#2: Uçurtma şenliği ile ilgil yazı yazacağım, önceliği bu yazıya verdim yalnızca...)

Bizim oğlan kep takmayı sevmiyor, siperi önüne gelince etrafı göremediğinden rahatsız oluyor. O yüzden hep geniş kenarlı, safari şapkaları alıyoruz. Bu sene de bu şapkamızı Joker'den aldık. Pek şeker oldu şapkasıyla, insanın ısırası geliyor :)



6- Mayo Kullanıyor Muyuz?

Evet, geçen sene yine Mothercare'den balıklı slip almıştık -alıştırma külodu gibi. Bu sene de Tchibo'dan UV filtreli "haşema"lardan aldık! Artık içine minik yüzücü bezlerinden giydiririz (eğer hala bezimiz olursa, evet, tatilden önce bir bez bırakma planımız var; tutarsa). Bizim minik adam süt beyaz (Nurturia'da biri yazmıştı, florasan gibi, diye, çok gülmüştüm, evet öyle de denebilir) olduğu için omuzlarını, göğsünü ve bacaklarının üstünü kapatacak bir mayo tercih ettik. Geçen sene penye tshirtlerle denize girince biraz karın ağrısıyla cebelleşmiştik de...

İşte böyle... Yazarken çok keyif aldığımı fark ettim! Bu keyfe ortak olmaları için de Toprak Büyürken'i, Bir Ege Masalı'nı, Küçük Prens ve Annesi'ni ve hafta sonu kıyafetine bayıldığım kızının ne giydiğini yazması için Anneyazar'ı seçiyorum! Seda'cım, sen de konuk yazar olarak, vakit bulursan, Sıla'm için yanıtlar mısın soruları?

Sevgiler :)

Emzirme Reformu Manifestosu

Blogcu Anne ve Çalışan Gebe biz anneler için harika bir işe imza attılar: Emzirme Reformu Manifestosu! Ellerine sağlık...

Çınar doğduğu zaman çalışmayan bir anneydim, dolayısıyla "doğum izni", "süt izni" gibi dertlerim olmadı; emzirmeyle ilgili başka başka dertlerim vardı: Doğum yaptığım hastanede hiçbir tekniğin gösterilmemiş olması, daha ilk bebeğim olmasına rağmen hiçbir ebenin ya da hemşirenin benimle emzirirken ilgilenmemiş ve bilgi vermemiş olması sonucu doğru düzgün emziremediğimden canım yavrum ilk haftasında 400 gr verdi, ve bilürübin (sarılık) değeri 17'lere vurduğu için 24 saat boyunca fototerapi almak zorunda kaldı! Halbuki, 38. haftada doğmuş olmasına rağmen 3410 gr olarak dünyaya gelmişti, yani yeterince güçlü bir bebekti bence. Doğru bilgilendirilmiş olsaydım, belki Çınar bu kadar kilo vermeyecek, fototerapi almayacak ve ben de "sütün yetmiyor, mama verelim" diye peşimde dolanan bilimum anne/kayınvalide/dede/koca tayfasıyla "hayııırrrr, sütüm ye-ti-yor; emzirirsem geliiiirrrr!" diye papaz olmayacak, en sonunda da sırf bebek kilo alsın da ne olursa olsun, diye (emzirdikten sonra da olsa) mamayı dayamamış olacaktım!

Emzirme konusunda çok sıkıntı yaşasam da, aslında ben çalışmayan "şanslı" annelerdendim; ama, pek çok arkadaşım bebekleri 3-3,5 aylıkken ya izinlerini biraz daha uzatabilmek için rapor peşinde koştular, ya ekonomileri çok müsait olmasa da bebeklerinin yanında olmak için ücretsiz izinler aldılar, ya da (özellikle özel sektörde çalışanlar) bebeklerini mecburen evde bırakıp ağlaya ağlaya işlerine döndüler...

Halbuki, ilk 6 ay, bebeğin hem fiziksel hem de "besinsel" olarak anneye en çok ihtiyaç duyduğu dönem! Ama hem yasalar hem de işverenler bunu anlamamakta direniyor -işverenin işine öyle geliyor çünkü! Doğum yapmış kadın "anne" olarak değil, "bebek yüzünden sorun çıkarabilecek" çalışan olarak görülüyor... Her ne kadar Sağlık Bakanlığı'nın bir "Gebe veya Çalışan Kadınların Çalıştırılma Şartlarıyla Emzirme Odaları ve Çocuk Bakım Yurtlarına Dair Yönetmelik"i olsa da, bu yönetmeliğin pek çok kurum ve kuruluş tarafından uygulanmadığını hepimiz biliyoruz.

Ve, bütün bu olumsuzluklara bir DUR demek istiyoruz!

Lütfen


hepimiz okuyalım, paylaşalım...

Belki bir fark yaratırız!

Sevgiler, Başak...