27 Ağustos 2010 Cuma

Yayınımıza Bir Süre Ara Veriyoruz...

... çünkü Minik Adam ve ailesi (annesi, babası, ananesi, dedesi, dayısı; hatta Ersel Dayısı, Balca'sı, Büyük Yenge'si) hepbirlikte Antalya'ya tatile gidiyoruz!

Söylemesi ayıptır, 12 gün kızgın kumlardan serin sulara atlayacağız!

Dönüşte görüşmek üzere, daha valizi kapatmamız lazım!

Bunlar yalnızca Minik Adam'ınkiler... Bagaja sığarız umarım :)

Herkese sevgiler!!!!!

26 Ağustos 2010 Perşembe

Güvenli Seyahat

Çocuğunuz arabanın neresinde seyahat ediyor?

Lütfen, lütfen, lütfen yanıtınız "kucağımda" olmasın!

1 Haziran 2010'dan itibaren, çocukların oto koltuğunda seyahat etmeleri yasal zorunluluk haline getirildi. Ama, oto koltuğunda seyahat etmek yalnızca yasal zorunluluk olduğu için değil, çocuğumuz için en GÜVENLİSİ olduğu için tercih edilmeli.

Bu konuyla ilgili hazırlanmış çok bilgilendirici ve özet bir döküman elime ulaştı. Siz de buradan ulaşabilirsiniz. 


(sayfaları dökümanın sağ alt köşesine tıklayarak ilerletebilirsiniz)
Bu dökümanı pdf olarak indir.

Aslında bu dökümanı küçültüp, ön koltukta, kucakta, hatta direksiyonda şoför mahallinde seyahat eden çocuklar gördüğüm zaman, o arabanın içine fırlatıp atmak istiyorum...

Tüm çocuklara güvenli seyahatler diliyorum!

25 Ağustos 2010 Çarşamba

İlk Ateş

23 aydır ilk defa ateşlendi bizim minik adam...

Dün sabah alnı sıcaktı; ama, hem evde, hem okkulda ateşin ölçtük, 36.5 civarı çıktı.

Gece yatarken de biraz sıcaktı... bir şey yapmadık.

Sabah, 37'yi bulmuştu. Onda görmeye hiç alışık olmadığımız şeyler yaptı: bulduğu yere uzanıp yattı, kitap "okudu". Bir de üstüne kahvaltıdan sonra kusunca, hemen doktorumuza gittik. Orada 38,6'ya kadar yükseldi ateş. Elleri ayakları buz gibi oldu birden. Meğer bu, kalbin kendisini koruması için bir mekanizmaymış. Kalp kendini yormamak için, uç noktalara daha az kan pompalıyormuş...

Doktor muayene etti, boğaz ve gaita kültürü de verdik. Sonuç: Boğaz iltahaplı, kültürler temiz. Kulakta bir şey yok. Yani, üst solunum yolları enfeksiyonu! Zaten viral bir salgın varmış, bizimki de muhtemelen okkulda kaptı. Olacak bunlar, hazırlıklıydım. Bağışıklığı güçleniyor, diye bakıyorum olaya...

Doktorda paşa paşa İbufen'imizi aldık, eve Calpol yazdı. Ateş düşürücülerimizle yuvamıza döndük.

Neyse ki, bu hastalık bizi adli tatilde buldu. Çınar bugün evde, anneannesi yanında.

3 gün sonra tatile, Antalya'ya gideceğiz. O zamana kadar toparlanacağını umuyoruz.

Sürekli zıp zıp zıplayan oğlumun, ateş biraz yükselmeye başladığında kendiliğinden gidip bir yerlere uzandığını görmek çok garip, tuhaf... Neyse ki neşesi yerinde, öyle çok mahzun durmuyor. Anneannesi bugün "yoook, iyi olsun da hiç oturmasın isterse yerine" deyip durdu. Bence de; gerçekten, bir tek sağlıkları yerinde olsun çocukların!

Bir de, allah verecekse, böyle ufak tefek hastalıklar versin...

Ve de oğlum (ve hasta olan tüm çocuklar) çarçabuk iyileşsin!

NOT: Ekteki videoyu neşelenelim diye koydum. Geçen gün, AVM'de yemeğini kendisi yemek istedi. Önce makarnasına saldırdı, sonra yoğurt daha tatlı geldi! Buyrun bizim yiğidin yoğurt yiyişine:


Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır... from Basak Celik on Vimeo.

23 Ağustos 2010 Pazartesi

İtiraf Zamanı

Bunu ara ara yapsam iyi olur... Hem kendime gelirim, hem belki, benim gibi olan anneler varsa, onların da düşünmesini sağlayabilirim... Gördüğüm kadarıyla yok ama, olsun :)

----------

İtiraf ediyorum, ben Çınar'a yumurtanın beyazını yedirmiyor-dum. Kendim sevmediğim için, ve zaten kusmaya meyilli olduğundan, kusmasın diye...

Geçen cumartesi gecesi Evren, Anneyazar ve Sibel topluca "neeee, saçmalama, versene çocuğa beyazını" diye carladılar da, ben de söz dinleyen insan olarak geçenlerde verdim. Haşlanmış yumurta beyazı, "bu ne ki?" bile demeden yedi! Ve hala haşlanmış yumurtasını sütle ezip veriyordum, boğazına takılmasın da yesin diye, beyazını verdiğim gün ezmeden verdim, löp löp yedi. Hatta bakın, ne kadar çok sevdi:

Aynı şekilde, dün akşam taze fasülyeyi birazcık rondodan çekip verdim... çiğnemesi uzun sürüyor, yemekten sıkılıp da yememezlik etmesin, diye. Ama yuvada da öğlen etli taze fasülye yemişler, ezilmediği halde hepsini yemiş (NOT: Yuvada yapılan şeylerin hiçbirinin evde de yapılacağının garantisi yok gerçi, oranın dinamiği bambaşka...). Fasülyenin üstüne de bir kase makarna yedi; kendisi, zevkle.

Tuvalet eğitimi vermeye korktuğum için "sinyal bekliyorum" diyorum.

Geçen gece yatağında uyumak istedi, ayakta değil! 10 dk kadar uğraştım, belki uyuyacaktı ama, aman süreç uzamasın, erkenden uyusun diye ayağıma aldım! (Gerçi, dün gece de yatağında uyumak istedi. Bu sefer, ne kadar uzarsa uzasın, yatağında uyutacaktım... ama yaklaşık 15 dk sonra "anne, akka" dedi -meali: "anne, ayağında salla." Talep gelince, yaptım. 5 dakika sonra uyumuştu...)

Başka türlü yemek yemiyor diye, kendi videolarına bakıyoruz yemekte. Ve aslında daha yemeğe başlamadan, açıyoruz bilgisayarı, koyuyoruz önüne. Yani, denemiyorum bile! Geçen gün babaannesi ve dedesi bizdeydi, balkonda yemek yerken, Çınar da yanımızda, mama sandalyesinde oyalanıyordu. Onun yemek vakti için biraz erken olduğundan, önce ben yemeğimi yiyeyim, sonra ona yediririm diye düşünmüştüm ama, çok sevdiği tarhana çorbasını görünce, elimi tutup kaşığı kendine çevirdi. Ve hiçbir şeyle oyalanmadan hapur hupur çorbasını (ya da çorbamı) ve yoğurdunu bitirdi. Ama sonraki günlerde o kadar rahat yemedi. Ben de kendime, her seferinde deneyeceğim, diye söz verdim.

Daha düşünsem, kesin başka şeyler bulurum... ama bunlar ilk başta aklıma gelenler. Bunların hiçbiri beni -ya da bir başkasını- kötü anne yapmaz. Ama, bunları yaptığımı kabul etmek ve yavaş yavaş da olsa değiştirmeye çalışmak iyi bir şeydir, diye düşünüyorum.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

2 Ayın Ardından...

Bizim minik adam yuvaya -pardon, okkula- başlayalı 2 ay oldu. Zaman gerçekten çabuk geçiyor!

Geçtiğimiz haftasonu, hem Çınar'ın "idare etmekte zorlandığım(ız)" davranışlarıyla ilgili bize bir yol yordam göstersin, hem de yuvadaki durumunu konuşalım diye Hilal Hanım, Selin Hanım ve Çınar'ın öğretmenlerinden Züleyha Hanım'la buluştuk (evet, toplantıları böyle tam kadro yapıyorlar).

Durum şudur:

- Çınar yuvaya beklenenden daha kısa sürede adapte olmuş. "2 ay, buradaki düzene, sınırlara, kurallara uyum sağlaması için çok kısa bir zaman aslında. Ama Çınar bu kısa sürede tam olarak uyum sağlamayı başardı" dedi Hilal Hanım. O kadar "neşeli bir böcek"miş ki, etrafa da mutluluk veriyormuş!

- Okkulu sevmesine rağmen sabahları beni bırakamayışı da çok normalmiş. "Çok küçük ve size çok bağlı, zaten hemen susuyor, o hala sizin de burada olmanız için direniyor" dedi Hilal Hanım.

- Okkuldaki yeme-içme, lavabo sırası bekleme, uyku odasında arkadaşının yatağını işgal etmeme gibi kuralların hepsine gayet güzel uyuyormuş. Evde bu sınırları pek sallamaması ise oldukçe normalmiş. Çünkü ev onun en özgür, en rahat olduğu alanmış; okkuldaki gibi bir "disiplin" içinde olmasını beklememiz normal değilmiş :) Hatta Hilal Hanım kendi kızını örnek verdi, "Selin, Elif'i evde görünce tanıyamıyor" dedi!

- Emziği okkulda yalnızca uyku saatlerinde alıyormuş. Bir de, akşam 17:30'dan sonra emzik krizi tutuyormuş, ki normalmiş... (Evde de daha az ister oldu... genelde canı sıkılınca "annneeee, memmeeeee" diyor. Rahatlama nesnesi işte!)

- Arıza çıkaracak durumlardan "kaçınmamızı" önerdi. Yani, havuz gördüğünde içine girmeye çalışıyorsa, havuzlu ortamlara gitmeyeceğiz (Bu, hayat değiştirmek değildir, dedi. Ki ben, 1-2 sene hayatımızı biraz Çınar'a göre ayarlamamızın bizden herhangi bir şey götüreceğini sanmıyorum zaten.). Ya da, yola fırlayıp da hareket halindeki araçların tekerleklerine bakmak istiyorsa, ondan önce davranıp park halindeki araçların "ne kadar da ilginç tekerlekleri" olduğunu göstermek iyi bir fikirmiş. İlgi dağıtacağız yani, her ne kadar yapmak gün geçtikçe zorlaşıyor olsa da...

- Duvar boyama isteği konusunda, duvara büyükçe bir pano asıp, onun üzerine resim yapacağı kağıdı yapıştırmamızı önerdi -hani, kağıt sınırını aştığı zaman da sorun olmasın diye...

- Cam kırma "arzusu" konusunda da, fazla panik olmadan uyarmak; kırıldığı zaman da, çocuğu güvenli bir mesafede tutup, söylenmeden "bak, bu kırıldığı için işte böyle toplama zorundayım ben" tarzında konuşmak iyi fikirmiş. Çocuk biraz büyüyünce, kendisine de toplatabilirmişiz. Burada önemli olan, temizlenmesi gereken bir şey yaptığında, temizleme işlemine şahit olmasını sağlamakmış! "Annem sihirli bir değnekle herşeyi halleti" imajı vermemek gerekiyormuş...

- Çınar'ın evde tekerleklerden ve "bavuu"lardan başka pek bir şeyle ilgilenmemesi, ama okkulda legolarla "çok güzel araba" yapması konusunda ise "Eğer iki legoyu amaçlı olarak birbirine takıp eliyle araba sürer gibi hareket ettiriyorsa, biz buna 'çok güzel araba yaptı' deriz" dedi. Çünkü zaten, olay buymuş! (Oğlumdan ne kadar çok şey bekliyormuşum...)

- Resim konusunda, 2,5-3 yaşına kadar anlamlı şeyler çizmeleri zormuş. Hatta, kalemle-kağıtla haşır neşir olmasalar bile olurmuş. Ama seviyorsa çizmeyi, tabii ki eline boya verip desteklemeliymişiz. Yine, herhangi bir beklenti içinde olmadan!

- Okkulda Başak Hanım diye bir çocuk gelişim uzmanları var (ben öğretmen sanıyordum :D). Başak Hanım, sınıflardaki derslere katılarak çocukları gözlemliyormuş. Gazi Üniversitesi'nin hazırladığı ve Türk toplumu için standardize ettiği bir test dolduruyormuş. "Çınar'ın ayına göre gelişimi son derece uygun, hiç endişe edecek bir durum yok" dedi. (Oğlumdan gerçekten çok şey bekliyormuşum.)

- Tuvalet eğitimiyle ilgili olarak, Çınar'ın bezsiz dolaşmak istemesi, lazımlığa oturması (ama çiş/kaka yapmak istememesi) bu işe hazır olmaya başladığının ilk sinyalleriymiş. Tam olarak hazır olduğunda ise, bunu zaten anlayacakmışız, endişe etmeme gerek yokmuş. Tek nokta, hazır olduğuna karar verip bezi açtıktan sonra geriye dönmemekmiş.

- Son olarak, "renkleri bilme" konusunu sordum. Önemli olup olmadığını. "Hiç bir önemi yok" dedi. 3 yaşına kadar, sorulduğunda söyleyebilirsiniz, ama renk tabletleri gibi çalışmalara zorlamak bence çok uygun değil, dedi. Galiba 3 kritik bir yaş, ondan önce pek çok şeyi doğal seyrinde, doğal materyallerle, doğal oyunlarla öğrenmelerini beklemek en uygunu gibi...

- Bir de, 1 yaşından küçük çocukları için Montessori aktivitesi arayan annelere, "çocuklarına bol bol sarılmalarını" salık verdi :) (Sarılmak yetmezse, dokuları, özellikle de yumuşak ağaç kabuğu, toprak gibi doğal malzemelerin dokularını, elleterek bilmelerine yardımcı olabilirlermiş...)

2 saate yakın bir süre, Hilal Hanım, Selin Hanım ve Züleyha Hanım bıkıp usanmadan sorularımızı yanıtladılar ve bize tüm bu özetlediklerimi(!) uzuuun uzun anlattılar.

İki saatin sonunda ise, rahatlamış, mutlu ve "doğru seçim yapmış olduklarına emin, huzurlu" bir ana-babayı evlerine yollamış oldular...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Apitipita!

Anne-baba olmak enteresan bir ruh hali: sürekli abuk subuk şeylere gülebiliyor, abuk subuk şeylere kızabiliyor ve abuk subuk şeylerle gurur duyabiliyorsunuz!

Mesela, ikindi kahvaltısında yesin diye özene bezene yaptığım ekmek paparasını yemek istemediği için Çınar benden güzelce bir papara yedi haftasonu! Halbuki, yoğurt-meyve suyu-lor peyniri-ekmek içi-reçel suyu-tereyağdan yapılmış o bulamacı sevmek zorunda değil çocuk! Gerçi bence tadı güzeldi ama... özellikle cumartesi günkü sütlaçtan sonra, bu "yeme de yanında yat" kategorisindeydi!

Açık bırakılmış çekmeceyi önünden geçerken fark edip, kapattığı -ve bunu hep yaptığı- için gurur duymuştuk geçen haftalarda... Hatta Hülya "gurur duyacak ne çok şeyimiz var, değil mi?" demişti! Var ama :)

Peki sevindiklerimize, ağzımızı kulaklarımıza vardıran şeylere ne demeli? Bu kategoriye girenler yazmakla bitmez. Ama anne-baba olma halet-i ruhiyesinin saçmalığını anlatmak için size bu sabah yaşadığımız "ağzımızı kulaklarımıza vardıran" şeyi yazayım: apitipita! Hayır, hiçbir anlamı yok! Ama Çınar bütün haftasonu boyunca bu ve buna benzer heceleri hiç durmadan söyledi, söyledi, söyledi... hem kekeme, hem geveze derler ya! Hah, o Çınar işte!

"bibiş, bebiş, pipiş, apitipitaaa, pitepite, dabida, bebişşşş, bebiiiiişşşşşşşşş"
Bütün haftasonu, ama bütün haftasonu bunları ve türevlerini dinledik! Durmadan. Normal insanlar "of yaa, bu nee??" diyebilirler! "Anne-baba insanı"nın verdiği tepki ise genelde şu olur: ayyyyy, kafamızı şişirdin sıpaaaaaa, ay babasıııııı, duyuyor musun, ne şeker yaaaaaaaaaa!!!!! Aapitipitaaaaaa diyooooo!!!!! (hatta bizim evde daha ileri gidilir: dur ben hemen kamerayı alayım da çekeyim...)

Bu sabah, babası Çınar'a ayakkabılarını giydirirken gayri ihtiyarı "apitipita" dedim, minik adam hemen tekrarladı! Hemen "pitepite?" dedim, ses kayıt cihazı aynısını söyledi... "Dabida?" "dabidaaa"... Sonra babayla göz göze geldik... ikimizin gözlerindeki saçma mutluluk pırıltısından korktum :) Ve bu anı hiç unutmamak, ne kadar ufak şeylerle bizi mutlu ettiğini, -nedeni son derece absürd de olsa- hayatımızı ne kadar renklendirdiğini, şenlendirdiğini hep hatırlamak için bu yazıyı yazmak istedim!


İsteyen herkesin hayatının aynı saçmalıklarla dolup taşması dileğiyle!

3 Ağustos 2010 Salı

Korkunç Anne!


Özge'm ve Yaso'ma ithafen...

----------------------

Dün hiç korkunç anne değildim! (Son zamanlarda öyleydim de... ayrıntılar yazının içinde saklı...)

Sabırlı bir anneydim hatta!

Çınar'ın kendi isteğiyle kreşten çıkmasını bekledim. Daha önce "hadi hadi" deyip sürükleyerek çıkarıyordum (ciyaaaakkk #1).

Sonra arabaya binerken "enn enn" yapmak istedi (yani direksiyona oturuyor, iki çeviriyor simidi, bunun adı 'enn enn'). Daha önce "hadi hadi evde enn enn" deyip çocuğu bağırta çağırta koltuğuna oturtuyordum (ciyaaaak #2).

2-3 parça bir şey almamız gerekiyordu, markete gittik. Çocuklar için olan, kamyon şeklindeki market arabasına binmek istemedi, elimi de tutmak istemedi. Ben de "ama bak, yanımda ayrılma, ben hem alışveriş yapıp hem seninle ilgilenenemem" dedim. Pek dinleyecek gibi değildi ama meyveleri gösterince "onu da yiycem, bunu da yiycem" derdine düştü, yanımdan pek ayrılmadı. Daha önce zorla kucağıma alıyordum ve kucağımda kalması için sıkıca tutmaya çalışıyordum (ciyaaaak #3).

Alışverişi yapıp da marketten çıktıktan sonra o kamyon alışveriş arabasına binmek istedi. Bindi. 100 kere falan direksiyonu çevirip, kapısını açtı kapattı. Bir yandan da açınca "açtiiiii", kapatınca da "babatttt" deyip durdu, çok güldüm :) Kendiliğinden kamyondan inmesini bekledim. İndi, park yerinde koşuşturmak istedi ama çok araba gidip geldiği için izin vermedim. "Eve gidelim, enn enn yapalım" dedim. Tamam, dedi. Arabaya binip gittik. Daha önce olsa, kamyona oturmasına izin vermez, zorla arabaya sürüklerdim (ciyaaaaak #4).

Eve geldik, daha park yerine dönerken sevinçle "eyyeeee (eve)" diye bağırdı! Ama "enn enn" yapmak istemedi, direkt aşağıya atlayıp park yerindeki arabaları incelemeye koyuldu. Koşturmaya başlayacağını tahmin ettiğim zaman "bak elimde çok çanta var, peşinden koşturamam, hadi eve çıkıp ellerimizi yıkayalım, azıcık dinlenelim, anne yorgun" dedim. Biraz mızıldasa da kucağımdan inmek için tepinmedi. Rahat rahat eve girdik. Daha önce, elimde eşya varsa, yere indirmeyip direkt kucağıma alıyordum (ciyaaaaaaaak #5).

Evde ayakkabıyla gezinmek istedi. Fırtıp elimden kaçtı. Yakalayıp ayakkabılığın üstüne oturttum, "bak şimdi, ayakkabıyla hep yerlere basıyoruz, insanlar yerlere çöp atıyorlar, yani pis oluyor. Evimize ayakkabıyla girersek evimiz de pis olur" dedim. O arada da ayakkabılarını çıkarttım. O da kuzu kuzu dinledi. Daha önce, arkadaşı yakalayıp yakaladığım yerde ayakkabılarını çıkartıyordum ayağından (ciyaaaaaaaaaaaak #6).

Sonra ellerini yıkadık. Suyla oynadı aslında. O sıkılana kadar oynamasına ses çıkarmadım. Ben de o arada yapılacak ufak tefek işleri yaptım. Arada, tabure üstünde durduğu için (IKEA'nın tahta, merdiven taburesi, sağlam yani), kontrol ettim. Sonra baktım kapatıp "beeee (bitti)" demeye başladı, hadi kapatlım, dedim. Hiç itiraz etmeden indi. Önceden olsa 2 dakika sonra "bak şimdi şunu yapmamız lazım ama" deyip çocuğu indirirdim lavabonun başından (ciyaaaaaaak #6).

Sonra çiçekleri suladık, yetişebileceği her saksıya onun su dökmesine izin verdim. Acele ettirmedim... (ciyaaaaaaak #7'yi engelledik).

Yemeğini hazırlarken yanımda tezgahta oturdu; ben yemeğimi yerken kucağımda oturdu, ses çıkarmadım (ciyyyaaaaak #8'i engelledik).

Odasında oynarken yanında durdum, yatakta da boğuştuk azıcık; zaten normal saatten çok önce uykusu geldi nedense... huzurdan mıdır ki? :) Ama bekledim biraz, çünkü gündüz de uzun uyumuş, uyutma sürecini uzatınca ikimizin de sinirleri geriliyor. 15 dakika daha geç yatırsam hiçbirimize bir şey olmaz! Baktım yuvalanıyor, "uyuyalım mı?" dedim, hemen yastığını alıp ayaklarıma koydu "eee eee eee" dedi :) Bir eline "obbö"sünü aldı, diğer eline peluş GoGo'sunu. O GoGo (Tigger) onu çok terletiyor; ama, "tatlım çok sıcak, Gogo bavuularla uyusun mu?" dediğimde bana hafiften carlayınca, bıraktım.

Bir elinde GoGo'su, bir elinde obbösü (otobüsü) 10 dakika içinde uyudu.

21:30'du, yatağına yatırdım, çıktım...

Şimdi okudunuz okudunuz ve "eeeee, ne var yani bu yazdıklarında?" dediniz değil mi?

Şu var: Evet, Çınar hareketli, kararlı, talepkar bir çocuk, yoruluyorum da çoğu zaman onu bir şeylere ikna etmeye çalışırken; ama, ben de az değilmişim. Dünün önceki günlerden farkı, Çınar'ı idare edebilmiş olmamdı! Üstelik, Ahmet seyahatteydi, annem de yoktu. Yalnızdık. (Ne büyük iş (!), demeyin. Böyle desteğe alışınca insan, yalnız kaldığında sudan çıkmış balığa dönüyor.)

Sonuçta, ikimiz de mutlu ve huzurluyduk! Hiçbir işimiz de aksamadı! 

Yani, aynen devam!!!

2 Ağustos 2010 Pazartesi

İvme

Hiçbir zaman çok zeki bir çocuk annesi olma derdim olmadı, ya da bizim minik adam çok zeki diye düşünmedim. Çünkü bence akıllı olmak, yani mevcut zekayı en işe yarar şekilde kullanmak, ve çalışkan olmak, bir şeyi başarmak için emek harcamak ve bunun kıymetini bilmek çok daha önemlidir benim için.

Aşağıda yazacağım satırlardan, Çınar'ın zekasını övdüğüm gibi bir izlenim alınmasın diye önden bu ufak bilgiyi vermek istedim. Bir de, alakası olsa da olmasa da, her fırsatta her yerde beyan ettiğim bu düşünce, mümkünse Çınar'a bırakacağım bir anı defterinde de yazılı olmuş olsun...

Neyse efendim, malumunuz minik adam 1.5 ay önce yuvaya -kendi deyimiyle okkula- başladı. Artık okkula tamamen alıştık (evet, o da, ben de), hala sabahları benden öğretmenine giderken ufak çaplı bir "annneeeeaaaaaaaaaa" krizi yaşasak da orada bütün günü mutlu mesut geçiriyormuş.

Buraya not: 2 yaş cüceleri neden 2 yaş krizlerini, tantrumlarını ve bilimium huysuzluklarını yuvanın kapısında bırakırlar? Oğlum, işin profesyoneli orada, bu işin ilmini okumuşlar, annenden daha kolay idare ederler seni! Sen evde melek ol, yuvada az. Hayret bir şey yani!

Ve biz okkulun olumlu etkilerini zaten görmeye başlamıştık ama geçen akşam bir şey dikkatimi çekti. Bu ara Nurturia'daki anı defterine seri şekilde Çınar'ın kelimelerini giriyorum. "Ne kadar da çok kelime öğrenmiş son zamanlarda" diye düşünürken aklıma saymak geldi. Saydım ve şaşkınlıktan ağzım açık kaldı!

Çınar'ın son 1.5 ay içinde, yani okkula başladığı günden bugüne öğrendiği kelime sayısı: 30, yazıyla OTUZ! Bu, ciddi bir ivme.

Yaş dönemi gereği de hızlanmıştır eminim ama okkuldaki sosyal ortamın etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Sevgili Özge "Vaktiyle sen ona kitap okurken, onunla konuşurken kayda almıştır. Ama size derdini her şekilde anlatabildiği için yuvada yeni yeni kullanmaya ihtiyaç duyuyordur." dedi. Haklı sanırım. Kayda almak konusunda özellikle. Çünkü, geçen gün, 1.5 aydır görmediği oyun kartlarına bakarken bir uğurböceği resmi gördü ve parmağıyla göstererek "uböbe" dedi. Bir kaç kez tekrar ettirdim, evet, uğurböceği diyor kendince. Tabii ki 1.5 ay içinde biz onunla uğurböceği gördük, ben ne olduğunu söyledim. Ama karttaki çizgi böcekle ilişkiyi kurup, kelimeyi hatırlayıp ortaya çıkarması beni çok heyecanlandırdı!

Şimdi Çınar'ın son 1.5 ay içinde öğrendiği yeni kelimeleri (ve meallerini; zira pek çoğu pek uyduruk) yazayım buraya, siz de eğlenin:

Okkul = okul
Amaaammm = tamam
Otu = otur
Obbö = otobüs
Du(rt) = yoğurt
Eeette = evet
Aak = ayak
Aydede= aydede
Alp = hem Alp, hem de kalp
Öttü = Öykü (arkadaşı)
Gel/del = gel
Koku = koku
Nen(nen) = zeytin
Ina = Çınar
At = at
Aç = aç
Uböbe = uğurböceği
Bebe = bebek
Böbe = böcek
Be-be = bekle
Ba = Bahar (kuzenin adı, aynı zamanda Başak da demek)
Emme = Emre (bu da öbür kuzeni)
Oooda = orada
Buvaa = buraya/burada
Döl = Göl
Döyye = Gölde (bu aralar en sevdiği kitap)
Omle = omlet
Pipi = pipi (söylenişte sorun yok çok şükür :) )
Oyyö = havuz (nasıl yani, diye sormayın, bilmiyorum!)
Kuvaa = kova
Emme = ekmek

Kelime haznesi bir yana, iletişim kurma becerileri o kadar gelişti ve o kadar sosyal bir çcouk oldu ki, gerçekten şaşırıyorum! Sarım sarım sevgi kelebeği olarak dolaşıyor etrafta!

Uzun sözün özü, biz okkul kararımızdan dolayı pek memnunuz! Düşünen herkese de şiddetle öneririz!!!

Sevgiler :)