29 Mart 2011 Salı

Bahar Karşılaması

Geçen pazar bahara hoşgeldin dedik...

Talep Çınar'dan geldi. Sabah uyandı ve "Been paaka ditceeem, tepçeeyle toppağı kazcaaam, kaamona doolduucaaam!" dedi. O zaman istikamet Ahlatlıbel, dedik! Öğleden sonra saldık kendimizi ve oğlumuzu çimene...

İyi ki de salmışız. Yaptığı ilk hareket, yere yüzüstü yatıp çimenleri ve toprağı koklamak, sonra da yanağını toprağa yaslamak oldu! Tamam yavrucum; adın Çınar da, sen bir insansın, ağaç değilsin :)

Toprakla vuslata erdikten sonra bütün Ahlatlıbel'i bir uçtan diğer uca koşarak geçti. Koşmakla öyle meşguldü ki, havuzları pas geçti (biz de derin bir nefes aldık!). Yorulunca da piknik örtümüzü serdik, kuruyemiş eşliğinde kepçeyle toprağı kazdık, kamyona doldurduk. Daha doğrusu, babası ve Çınar yaptılar inşaat işini, ben de fotoğraflarını çektim! Birz park, biraz uçurtma... Bahara "merhaba" deyip, haftaya yeniden görüşmek üzere evimize döndük!


Evet, hoşgeldin bahar! Bu sene de senden çok ümitliyim... bezi bırakacağız, emziği bırakacağız. Seninle başaramazsak, en azından yardımcı ol ki, yazın işi kolaylaşsın :)

Haftaya yeniden görüşürüz, kendine iyi bak!

25 Mart 2011 Cuma

Bu İkiliyi Seviyoruz!

Julia Donaldson ve Axel Scheffler'den bahsediyorum (üzgünüm; haklarında Türkçe bilgi bulamadım).
 
J.D. şimdiye kadar okuduğum en başarılı çocuk kitabı yazarlarından; hatta, sanırım benim ve oğlumun yazar listesinin en başında geliyor.

A.S. ise bence gayet alternatif çizimleri olan bir çocuk kitabı çizeri.
 
Ve ikisi birleşince ortaya nefis kitaplar çıkmış!
 
Çınar'ın ve benim şimdiye kadar okuduklarımız: Süpürgede Yer Var Mı, Minik Balık Okyanus Macerası, Zogi, Değnek Adam, Pırtık Tekir (sonuncusunu Ali Dayı Kütüphanesi'nde okuduk).

 
  
Okumadığımız ve methini duyduklarımız da var: Tostoraman, Tostoramanın Yavrusu, Nohut Oda Bakla Sofa, Kasabanın En Şık Devi... Çoğu Türkiye İş Bankası Yayınları'ndan.
 
Çınar niye seviyor bu kitapları?
  • Çünkü öyküleri alışılmadık derecede eğlenceli ve ilginç,
  • Çünkü karakterler çok sevimli,
  • Çünkü durağan değil, hareketli olaylar anlatılıyor...

Ben neden seviyorum bu kitapları? (Çınar'ın nedenlerine ek olarak)

  • Çünkü öykülerinin hemen hepsinin belli bir aritmetiği var; bence gerçekten zeka ürünü kurgular yazıyor...
  • Çünkü çizilen karakterler, alıştığımız "güzel" krakterlerden değil. Özellikle çocuk kitaplarında görmeye hiç alışmadığımız, bildiğimiz estetik anlayıştan uzak (Süpürgeli cadı, Zogi'nin prensesi), kimileri çok bizden karakterler (Değnek Adam'daki baba, Pırtık Tekir'in Hüsnü'sü)
  • Çünkü çocuklara değişik bakış açıları sunabiliyor öyküler (prenses olmak istemeyen doktor olmak isteyen prenses ve onunla birlikte yollara düşen şövalye gibi, sokak çalgıcısının kedisi olmak isteyen yavru kedi gibi, sınırsız hayal gücüne sahip minik balık gibi
  • Çünkü, kitaplar bana göre resmen melodik! Kendim şiir sevmem, ama öyle güzel bir uyağı var ki bu kitapların, okumak ruhuma iyi geliyor resmen! Muhtemelen, Çınar'ın da... (çevirilerin de son derece iyi olduğunu söylemeliyim)
Kitapları tek tek tanıtmak istemiyorum, pek çoğunun tanıtım yazılarını Bir Dolap Kitap'ta bulabilirsiniz.
 
Her birini şiddetle size de öneririm! Şimdiden, iyi okumalar, iyi eğlenceler!!!!

24 Mart 2011 Perşembe

Alışmak

Çocukların değişikliklere alışma süresi yetişkinlere göre daha uzundur, hatırlatmasını kendime yaparak ve derin bir nefes alarak başlıyorum yazmaya.

Böyle dramatik başlamamın nedeni, bu aralar -çok şükür- başka derdimin olmamasıdır. İnsanoğlu ilginç gerçekten, "rahatım bu ara gerçekten ya, oh be!" diyeceğine, en yakın olumsuzluğu aklına getirip huzursuzlanabiliyor. Belki bazı insaoğulları böyle değildir; ama, ben galiba böyleyim.

Çınar'ın sevgili Ms. Aaalem'i Mayıs sonundan sonra doğum iznine ayrılıyor. Minik bir bebeğimiz olacak, ben şahsen çok heyecanlıyım. Ama, bu güzel minnak bebeğin gelişi, benim az daha büyük minnak yavrumun yeni bir öğretmene alışmak zorunda kalacağı anlamına da geliyor. Alıştırma turları bu hafta başında başladı. İlk gün yalnızca "circle time" yapmışlar. İkinci gün, yani dün, yemeğini de Susan yedirmeye çalışmış. Çalışmış, diyorum çünkü Çınar sürekli "Mis Alem delsiiiiiinnnn" diye bağırmış kadıncağıza. Yalnızca 2 gündür Susan'la birlikte olduğu düşünülürse, normal tepki!

Sonra dün, Alev Hanım Çınar'a "artık ayakta sallanarak uyumayalım, birlikte yatıp uyuyalım" demiş. Öyle de yapmışlar; ama Çınar kendi kendine kafasını sallayarak uyumuş. E tabii, elin ecnebisi ne bilsin ayakta sallamayı, kadıncağız bu konsepte muhtemelen "tümüyle" yabancıdır :) Bir de tabii, Türk usulü "aaa, uçak geliyor; dur Calliou açalım; hadi videolarını izleyelim" beslenme tarzını da onaylıyor mudur, emin değilim... göreceğiz :) 3 yaşına kadar onaylasın bari, sonrasına karışmayacağım, söz!

Dün konuşurken annem"Türkçe biliyor mu acaba, hep İngilizce mi konuşacak ki?" diye sordu. İkimiz de endişeliyiz sanırım bu "yeni yabancı öğretmen" konusunda. "Hani bari Türk olaydı, yavrumuzu 'yavrıııııım' diye bağrına basaydı -ya da basma ihtimali olaydı" diye geçirdik sanırım ikimiz de içimizden, ama birbirimizi tedirgin etmemek için söyleyemedik.

Dün bunlar olmuşken, bu sabah Ms. Susan ile karşılaştım okulda. Çınar onu görünce bana döndü ve gülerek "Mis Tuuuzın" dedi! (İç ses: güldü, güzeeeeel, sevmiş...) Sonra aralarında şu diyalog geçti:

Susan: Good morning Çınar!
Çınar: (gülerek el sallar)
Susan: Your friends are having breakfast! Are you coming in?
Çınar: Ayıııl!!! (meali: Hayır!)

Önce Susan da ben de güldük; bana sonra dank etti: Bu çocuk İngilizce anlıyor! Ana! Tamam, konuşmayı tercih etmiyor olabilir, ama demek ki, öğretmeninin İngiliz olması, onunla İngilizce konuşması pek de bir sorun yaratmayacak (şu durumda, hırslı anne tarafım da diyor ki, daha bile iyi olur, ne güzel İngiliz aksanıyla İngilizce öğrenir, nihoha!).

Velhasıl, yeni öğretmene, yeni düzene alışma süreci nasıl olacak, yemek ve uyku konusunda neler yaşayacağız bilemiyorum; ama, yine bu süreci yaşarken çok şaşıracağımı hissediyorum... iyi anlamda. Allah kötüsünden korusun!

Bu arada, bu tamamen iç dökme yazısı oldu. Ara sıra böyle de yazmam gerektiğini hissettim. Kafamdan geçen tüm saçmalıkları, başka biri okuyunca "ee, yani?" diyeceği şeyleri de yazmam gerekli ki, okudukça "hakikaten yalnız, bu muymuş endişelendiğim şey?" diyebileyim. Kafamda büyüyeceğine, yazıda büyüsün. Olan da okuyana olsun :)

16 Mart 2011 Çarşamba

Kurtarıcı Çınar Maceraları -3

Bizde "kurtarma araçları" maceraları bitmez!

Çınar'ın ambulans ve itfaiye arabası hasretini dindirmiştik; ancak, bir türlü "binebileceği" bir polis arabası ya da "çekici!" bulamamıştık!

Geçen ay, rutin haftasonu park gezimizi yaparken nazik bir polis memuru Çınar'a aracı göstermeyi kabul etti. Çınar aracın ışıklarını yaktırdı; yalnızca mavi ışık yanınca "kımınıyı da çalıttııır" buyurdu; neyse sonunda gönlü oldu! Pek heyecanlandı yavrum!


Gelin görün ki, arabamız bozulmadan herhangi bir çekiciye binme ihtimali olmadığından ve biz de arabamızın bozulmasını hiç istemediğimizden, kurtarma araçlarının "çekici" kısmı hayal olarak kalır sanıyorduk. Neyse ki imdadımıza kar ve Ersel Dayı yetişti :)

Ersel Dayımız şehrimize gelmek için son 10 yılın en şiddetli karını beklemiş, sağolsun. Annemlerin evinin önünde park ederken de, arkadaki demir park çubuğunu görmeyip arabanın tamponunu çubuğa takmış. Önce çok dertlendik araba yerinden kıpırdamıyor, nasıl olacak, diye... ama sonra, arabayı kurtarmak için çekicinin geleceğini öğrenince, içten içe sevindik (Ersel'cim, itiraf...). Uzun bir bekleyişten sonra çekici geldi. Oğlumun hayret ve korkuyla karışık bakışları arasında, "ıhışları nanarak" aracı bu zor durumdan kurtardı. Eh, oğlum da, direksiyonunu çeviremese de, kasasında birazcık yürüme fırsatı buldu!



Tabii sonra Çınar'ın gündemi tamamen Ersel'in arabası ve çekiciden ibaret hale geldi:

"Eeetel'in alabaçı boculmuuuş, kacayı oomuuuuş! (bu arada eller 'vah vah' şeklinde birbirine çarpılır) Toona, çetici deelmiiiş. Amaaa, çetici biradık aggınmış, çüntüüü, Eetel'in alabaçını az kaasın deviliyoomuuuş (arabaya arkadan müdahale edilemediği için yana eğerek kurtardılar da, biz de 'ay aman devirmesinler' diye izlerken duymuş olacak...)"

Kaçınılmaz olarak bu olaydan sonra arkadaşa bir adet de çekici alındı (ben kaçınabilirdim; sorumlusu anneanne&dededir). Şimdi ha bire arabalar "kacayı oluyor", "çetici" de gelip onları kurtarıyor!


"Kacayı olan" arabalar -ne yazık ki içlerinde bir ambulans da var- ve onları kurtarmaya gelen çekici; eşlik eden polis arabası...

Aslında, gerçek hayatta gördüklerini canlandırarak oyun kuruyor olması da pek hoşuma gidiyor, laf aramızda... Büyüyor, gerçekten büyüyor!

10 Mart 2011 Perşembe

Yurtta Barış, Hayvanlar Aleminde Barış!

Çınar'ın bir "hayvanlar alemi seti" oyuncağı var. Vahşi hayvanlarla çeşitli biçimlerde oyunlar oynuyoruz. Son zamanlarda, TV'de izlediğimiz belgeseller dolayısıyla da bu oyuncakla daha çok oynar oldu. Biz de, belgesellerde izlediğimiz sahneleri canlandırıyoruz ona ara sıra: göl kenarında su içen geyiği uzaktan izleyen, sonra onu kovalayan ve en sonunda yakalayan aslan gibi (hayır; henüz 'avladı/öldürdü' kavramlarını kullanmıyoruz, yalnızca yakaladı ve 'mam mam mam' yaptı/yedi, diye anlatıyoruz).


Bugün de, leopar geyiği yakaladı bir süre... sonra Çınar birden doğruldu, sette bulunan palmiye ağaçlarından iki tanesini eline aldı, birini leoparın önüne, diğerini de geyiğin önüne koydu ve "bunlaaa, bu ağadı yeçinleeeey!!!" dedi!



Böylece, hayvanlar aleminde ezelden beridir süregelen "av-avcı" ilişkisine de son noktayı koymuş olduk; tüm dünyaya hayırlı olsun :)

9 Mart 2011 Çarşamba

İtfaiye Kamyonu Şarkısı (Fire Truck by Ivan Ulz)

Bu karlı günde harika bir klip keşfettik. İşin aslı, şarkının melodisi beni pek cezbetmedi, ama; görüntüler Çınar'ın ağzını açık bıraktı! Hikaye de, aslında Çınar'ı anlatıyor diyebiliriz :)

İyi seyirler!



NOT: YouTube'dan keşfettiğim diğer videoları da yazacağım; çok eğlendik bu sabah! Ama şimdi, dışarıda kartopu oynamaya gitmemiz gerekiyor!!!

Ba-baa!!!

1 Mart 2011 Salı

1984

George Orwell'in, 1940'lı yılların sonunda yazdığı bu romanını okudunuz mu? Ben okuduğumda tokat gibi çarpmıştı yüzüme; hayatımda en çok etkilendiğim romanların başında gelir!

Orwell, 1984'te, kişisel özgürlüklerin tamamen kısıtlandığı, insanların kişiliklerinin silindiği bir dünyadan bahsetmekteydi. Bu işi yapmayı başaranlar, önce dildeki bazı kelimeleri kullanmayı yasaklamakla başlamışlardır. Daha sonra da, "tele ekran"larla insanları izlemeye, hatta düşüncelerini okumaya başlarlar. Yanlış bir şey düşündükleri anda, "düşünce polisi" insanları yakalayıp gerekeni yapmaktadır...

Ne kadar ütopik gelirse gelsin, ben Orwell'in yalnızca 15-20 senelik bir yanılma payı olduğunu düşünüyorum! Dilimizin sürekli biçimde yabancılaştırılması, gençlerin "mesaj diliyle konuşması -mrb, nbr, slm!-", basın sansürü çok daha eski meseleler. Şimdi de, insanların seslerini rahatlıkla geniş kitlelere duyurabildikleri interneti yasaklama çağına girdik artık! YouTube'un yasaklanmasıyla başlayan "hakaret edildiği an sesini kes" politikasının ucu Vimeo'ya, en son da Blogspot'a kadar uzandı. Halbuki, bir kaç densizden çok daha fazla kendi halinde "yazan-video paylaşan" bir kitle var o ortamlarda. Ama önemli mi? Kurunun yanında yaş da yansın! İnsanların sesi toptan kesilsin ki, bir daha ağızlarını açmaya cesaret edemesinler!



Ben, nedeni ne olursa olsun, çocuğumun anlarını ve anılarını paylaştığım bu sitelere dokunulmasını kabul etmiyorum! Yasaklamanın, mübah bir yol olduğuna katılmıyorum! Hoşunuza gitmeyen bir durum karşısında, yasaklamaktan ve sesini kesmeye çalışmaktan başka yapılabilecek pek çok şey vardır; tazminat davaları ne için var allah aşkına?

Ama içimden bir ses, meselenin yalnızca bu olmadığını söylüyor ve 1984'e doğru adım adım ilerliyormuşuz gibi geliyor...

Korkuyorum...