31 Ekim 2011 Pazartesi

Sofra Düzeni

Herşeyiyle minik adamım tarafından kurulmuş bir sofra! Zaten, sol taraftaki çatal-kaşığın yönünden belli olsa gerek. Ben yalnızca, malzemeleri verip "annenin oturduğu yere koy, babanın oturduğu yere koy" diye talimat verdim. Yalnız, anneannesi görünce gurur duyacak. Yıllardır bize "tabaktaki çiçeklerin sapları aşağı geleceeek" demekten dilinde tüy bitti. Torununun içinde var; eh, ne de olsa elinden çok ekmek yedi!


10 üzerinden kaç verirsiniz? :)

Fotoğraflarla 29 Ekim 2011

Çınar Anıtkabir'i çok seviyor. Orası, Atatürk'ün evi; Mozole de "uyuduğu" yer. Mozole kısmında da hiç sıkılmadığı gibi, o kocaman meydanda koşturmaya da bayılıyor. Aslında herhalde, Ata'mızın da hoşuna gidiyordur; bir çocuğun her karesini sevdiği, elindeki bayrağını sallaya sallaya koşturduğu, bulunmaktan keyif aldığı bir yerde "uyuyor" olmak...

Biz de, her fırsatta gidiyoruz Anıtkabir'e. Çınar biraz daha anlayacak yaşa gelsin, müzelerini de doya doya gezeceğiz.

Bu 29 Ekim'de de Anıtkabir'i ziyarete gittik. İşte fotoğraflarla ziyaretimizin özeti:


Giderken hiç aklımıza gelmemişti bayrak isteyebileceği... bir çocuğun elinde gördü ve tutturdu! Anıtkabir'de bayrak satılan yer olmaması esef verici. Bu elinde gördüğünüzü Mozole'den (ç)almak zorunda kaldık :D


Bayramlarda Mozole'de bulunmayı seviyorum... Çiçekler, bayraklar... bu sefer çocukların kendilerinin yaptığı bayraklar ve çiçekler de vardı. Kalabalıktan fotoğraflarını çekemedim; ama, seneye belki Çınar da getirir buraya bir hediye...

Gün batımında fotoğraflar harika çıkıyor... Yapı nasıl da aydınlık, pırıl pırıl çıkmış... Her haliyle içimizi aydınlatıyor!

Temmuz'da geldiğimizde burayı gördüğümü hatırlamıyorum... belki de, bu tarafa geçmedik; ama, çok güzel bir düzenleme yapmışlar. Çınar'cığım içindeki çakılları toplamak için çok numara çekti; ama, asker abilerden izin çıkmayınca üstelemedi :)


Bu da dönerken... arkadaşın elindeki kahve makinesinden alınmış macchiato... Hayır, benim macchiatomdu. Tadına bakmasına izin vermiş bulundum. Kahve seven çocuk olur mu ya?

-BİTTİ :)-

Büyürken Şuursuz Bir Ana-Babaya Sahip Olmak...

Çınar'ın dertlerinden biri olsa gerek...

Mevsim geçişi midir, bu saatlerin ayarlanma vaktinin gelmesinden midir, Ahmet'in bitmek bilmeyen seyahatlerinden midir bilemiyoruz; ama, ana-baba olarak hayatımızın en şuursuz günlerini yaşıyoruz. Galiba biraz, 3 yaşla birlikte gelen "bu çocuk büyüdü ya, oldu bu artık" yanılgısı da var. "Büyüdü artık, o kadar kontrol etmemize, karışmamıza gerek yok" diye düşündük. Tamam, çok güzel, süper yaklaşım da, şuurumuzu kaybedecek noktaya gelmeseydik, iyiydi.

İki hafta önce mesela, rutin cumartesi-Kuğulu-Park-akabinde-Mado gezilerimizden birinde Çınar Mado'da her zamanki çikolatalı-portakallı dondurmasını keyifle yedikten sonra, üstüne portakal suyu içmek istedi. Her ne kadar "Ahmet ya, dondurma üstüne portakal suyu anlamsız değil mi?" desem de, midesine bir şey göndermeyi böyle hevesle istemesi sonucu direncim kırıldı ve o portakal suyunu içti. Sonra Kuğulu Park'a geri döndük ve mekanik atlı karıncaya binmek istedi. Evet, bindirdik. Sonrası... Problem Çocuk-2 filmini hatırlayanınız var mı? Hani dönmedolaba binerler, çok hızlı döner ve hepsi kusmaya başlar; ama, fışkırarak. Hah, işte! Filmlerde gördüğümüzün aynısıyla karşı karşıya kaldık! Hayır, zavallı yavrumun bütün yedikleri çıktığı gibi, oynamaya doyamadan da eve dönmek zorunda kaldı...

Geçen haftaki şuursuzluğumuz ise psikolojik bir soruna yol açtı. Bizim minik Finding Nemo (Kayıp Balık Nemo), Cars (Arabalar), Toy Story (Oyuncak Hikayesi) gibi muhteşem Pixar yapımlarını izlemeyi seviyor bir süredir. Calliou ve Elmo'dan ikrah gelmiş bir anne-baba olarak, biz de bu "gelişmeyi" sevinçle karşılıyorduk. Herşeyi olduğu gibi, bunu da abarttık ve tutup kendisine bir ton çizgi film aldık. Geçen salı akşamı da, "sinema gecesi" yapmaya karar vererek Toy Story 3'ü koyduk. İlk iki film son derece sevimli, şiddet veya korku öğesi içermeyen, eğlenceli filmlerdi. Üçüncüde Pixar tarz değiştirmeye karar vermiş. Filmin kahramanlarından Andy üniversiteye başlıyor diye izleyen çocukların da üniversiteye başlayacaklarını mı düşündüler bilemiyorum; ama, filmde ciddi korku öğeleri vardı. Tabii biz şuursuz ana-baba, bunu filmin ilk CD'si bitene kadar -Çınar da pek tepki vermediği için- fark etmedik. Ha, ne zaman fark ettiniz, diye sorarsanız, Çınar bütün gece uyuyamayıp sabahın köründe (6:30) ayağa dikilip de "annee, benim odama maymun gelmez di miii?" diye sorunca! Dilimiz döndüğünce o maymunun yalnızca filmde olduğunu, onun odasına gelmeyeceğini anlattık, güven duyması için "bak zaten seslendiğinde biz seni duyarız" falan dedik... ve konu kapandı -sandık!

O geceden beri uyurken çok zorlanıyor. Uyku işini çözdük, 10 dakika ninni söylüyorum, sonra uyanıksa bile odasından çıkıyorum, kendisi uyuyor, derken başa sardık. Asla yalnız uykuya dalmak istemiyor. Gece elli kere uyanıyor, sabahın köründe kalkıp (bugün 5:23 mesela) bizim yatağımızda yatmak istiyor (45 günlükten beri kendi yatağında, kendi odasında yatan çocuk!). Ve hep aynı şeyi söylüyor "benim odama kimse gelmez di mi anne?"

Şuursuzluğumuzun doruğunda olduğumuz için, sorunu kendi başımıza çözmeye çabalayıp da çocuğun psikolojisini iyice yerle bir etmeyelim, dedim ve bu sabah soluğu Hilal Hanım'ın yanında aldım! Kendisi gerçekten bizim şansımız! Herneyse, beni tebrik (!) ettikten sonra, yaş dönemiyle ilgili de bir durum olduğunu ve tabii filmin bu tür korkuları açığa çıkardığını söyledi ve şunları önerdi:

- O çözüm sunmadan çözümle gelmeyeceğiz, "seni ne rahatsız ediyor?" ve "seni rahatlatmak için ne yapabilirim?" diye soracağız. (Ben, maymunu filmle ilişkilendirdiğim için, yatağının yanına Buzz ve Woody'yi koyup 'bak, onlar da seni koruyabilir' demiştim; Hilal Hanım 'fantazi yaratmasına neden olabilir, kendisi söylesin çözümü' dedi.)

- "Bak kapı kilitli, pencere kapalı" gibi obsesivite yaratacak şeylerden bahsetmeyeceğiz, bu sefer başka delikler ararmış. "Bak ben hemen içerde, odadayım ve sen seslendiğin zaman hemen seni duyabilirim. Hadi istersen bir deneyelim" deyip her seslendiğinde hemen yanına gidecekmişiz.

- Bu korku işi geçene kadar -çok uzun sürebilirmiş; ama, kullandığını anladığımız zaman kesmeliymişiz- o uyuyana kadar (talep ederse) yanında kalacakmışız. Bütün gece değil; ama, gecenin bir bölümünde (sabaha karşı mesela) yanımızda yatmak isterse itiraz etmeyecekmişiz. Burada kilit nokta, kullanılmamak. Korkunun bittiğini anladığımız anda kesmeliymişiz.

- "Odama kimse gelir mi?" diye sorduğunda "Yok, öyle bir şey olacağını hiç sanmıyorum canım. Ama kendini rahatsız hissedersen, bana seslen, hemen yanına gelirim" diyecekmişiz.
 
Kısacası, yeni dönemimiz hayırlı uğurlu olsun!
 
3 yaş enteresan bir dönemmiş aslında. Bir yandan, "gerçekten" büyüdüğünü ve değiştiğini izliyorsunuz. Kendisi de bunun farkında. Ama bu o kadar büyük bir yanılgı ki... Çünkü, ne kadar "birden" büyümüş gibi görünürse görünsün, kendisi kabul edemese ve siz de farkında olmasanız bile, hala çok küçük bir çocuk! Ergenlik döneminin bir değişik versiyonu, bence iki değil üç yaşmış. Prematür garson boy!
 
Büyümeye o kadar takmış durumda ki... Büyüklerin masası/sandalyesi hikayemizi biliyorsunuz. Bununla birlikte, dedesinin bıyıklarını çekip kendine yapıştırmaya kalktığını yazmamıştım ama sanırım... Ya da bana "anne sen uzun musun, ben de büyüyünce uzayacağım ve o zaman sen kısa olacaksın di mi?" diye sorduğunu da (canım benim, annenin boyu 158 cm, ve sanırım benim 'kısa' olmam için o kadar büyümene gerek yok :D). Sürekli kravat takmak istemesi, evin içinde grantuvalet dolaşması da sanırım "büyümek istemesiyle" ilgili bir şey...
 
 
Bu fotoğraf dün, dışarıdan eve geldikten hemen sonra çekildi... hayır, dışarıdayken üstünde gayet spor bir kıyafet vardı, eve gelince bunları giymek istedi: gömlek, çok siyah bi' kravat, çok siyah bi' kemer, çok siyah bi' pantolon, çok siyah bi' ayakkabı!
 
Aşağıdaki diyalog da dün geçti aramızda, bizi gülmekten komaya soktu!
 
Bölüm-1: Sahne -dışarı çıkmak üzere giyinen Çınar annesinin yanına gelir.
 
Çınar: Anne baak, giyindim ben, sık (=şık) olmuş muyum?
Anne: Harika olmuşsun, turuncu sana çok yakışmış bebeğim!!
Çınar: Bebek değilim ben!!!!
Anne: (Zınk...) Eee.. kem küm... ben seni çok sevdiğim için diyorum tatlım, babana da diyorum bazen...
Çınar: Tamam...
 
Bölüm-2: Sahne -uykudan yeni kalkan Çınar annesinin kucağında biraz keyif yapmaktadır.
 
Anne: Canım, bebeğim benim... (oops!)
Çınar: Ben bebek olduğum için bebeğim demiyorsun di mi anne? Beni çok sevdiğin için diyorsun di mi?
Anne: Hahaha, evet tatlım, mantığını yerim!!!
Çınar: Mantı yiycez di mi? Askam (=akşam) mı yiycez?
Anne: Yok, patatesli yumurta yapacağım ya akşam... ???
Baba: "Mantığını yerim" dedin ya, "mantı" anladı onu o...
Anne: Haaaa... evet... (trink)
 
Bir yandan "büyümek" istediği için kendisine "bebeğim" denmesine bile tahammül edemeyen; ama bir yandan da "mantık"ı "mantı" anlayan bir 3 yaş yavrusunun evinden kesitler okudunuz...
 
Esenkalın :)

28 Ekim 2011 Cuma

En Büyük Bayram...

Bu sene Cumhuriyet Bayramı'nda biraz buruk olsak da, Cumhuriyet'imizin 88. yılını gururla, mutlulukla kutluyoruz.

Deprem bahane edilip geçit törenleri iptal edildiyse de, Okulumuzda, geçen sene olduğu gibi, bu sene de Cumhuriyet Bayramı partisi var (depreme hepimizin içi yandı; tamam, balolara, resepsiyonlara gerek olmayabilir; ama, bir yandan da bu kadar şehit verilmişken, geçit töreni anlamlı olmaz mıydı? Olmuyormuş demek...). Neyse, yine giyinip kuşanıp gitti bizim minik adam. Bu sefer, kıyafetini tamamen kendisi seçti!


Hepimize mutlu mutlu, yıllarca, coşkuyla kutlayacağımız bayramlar diliyoruz!

Zeki Misiniz?

Benim gibi matematik zekanızın olmadığını düşünüyorsanız, muhtemelen bu soruya "hayır" yanıtı vermiş olabilirsiniz. Hatta ben hep abartıp "zeki değilim; ama, çok çalışkanım!" derim.

Meğer, bu sorunun yanıtı bu değilmiş. Yani, herkes aslında "bir alanda zeki" imiş... Nasıl mı?

Duyurusunu yaparken de yazmıştım, bu konuyu -Çınar'dan bağımsız olarak- çok merak ediyordum. Her ne kadar Ahmet'e göre çoklu zeka kavramı, "matematik zekası olmayanlar (a.k.a zeki olmayanlar) üzülmesin diye ortaya atılmış" olsa da, ben seminerden çok şey öğrendim ve çok memnun kaldım.

Bu teoriye göre, 8 tip zeka var: Sosyal, İçsel, Doğa, Bedensel, Görsel, Matematiksel, Müzik ve Sözel Zeka. Her bireyin, en az bir zeka alanında "zeki" olma özelliği taşıdığını savunuyor. Bu zeka alanları, doğuştan genetik ve biyolojik faktörlerle belirlense de, yaşam döngüsü içinde, dış faktörlerle de geliştirilebiliyor -ya da tam tersi, köreltilebiliyor. Ve, bana en ilginç gelen nokta şu: öğrenmek için, zeka alanımıza uygun yöntemler geliştirmeye çalışıyoruz. Örneğin, ders çalışırken müzik dinleme ihtiyacı, ya da bir grupla/arkadaşla çalışma ihtiyacı, odanın içinde dolanma ihtiyacı, sessiz bir ortam yaratma ihtiyacı tamamen bizim ağırlıklı zeka alanımızın ihtiyaçlarından kaynaklanıyor! Bununla birlikte, okullarda verilen eğitim ağırlıklı olarak matematiksel/sözel olduğu için aslında bir çoğumuz "başarısız" gibi görünebiliyoruz...

Bu noktada, aslında bireydeki pek çok zeka türünün en iyi biçimde uyarıldığı ortamlar kreşler, okul öncesi eğitim kurumları. Çünkü her türlü zeka alanını geliştirebilecek uyaranlar sunulabiliyor çocuklara: resim, müzik, drama dersleri, kitap okuma saatleri, sürekli hareket edebilme ortamı, doğa gezileri, yaşıtlarıyla bir arada olma, grupla etkinlik yapma, basit matematik (sayılar, sayma, vb.)... Tabii, kreşten sonra gidilen yer ilköğretim olduğu için, gelişme şansı verilen pek çok zeka alanı yeniden içine kapanıveriyor, o ayrı... zaten bu da, başka bir yazının konusuydu....

Nuran Hanım'ın sunuşunda kullandığı çok güzel bir söz vardı:


Eşit olmayan insanlara eşit davranmak en büyük eşitsizliktir. T. Jefferson.

Gerçekten, mevcut eğitim sistemiyle ilgili söylenebilecek en güzel söz sanırım. Bu kadar matematik/sözel ağırlıklı bir sistemde, diğer zeka alanları daha ağırlıklı olan çocukların "yaşayabilmesi" mümkün mü? Yalnızca eğitimin ağırlıklı hitap ettiği zeka alanı da değil sorun. Genelde okullarımızda öğretmenler "çıtını çıkartmayacaksıınnn!!!" diye bağırmazlar mı? Halbuki bu seminerde, benim gibi Sosyal Zeka alanını daha ağırlıklı kullanan çocukların grup çalışmasıyla, biriyle konuşup tartışarak daha iyi öğrenebildiklerini öğrendim. Gerçekten de, bir sorunu çözememişken, biriyle sorunun kendisini paylaşmaya başlarken bile "kafamda bir ampul yandığı" olmuştur. Eee, benim gibi tartışarak, konuşarak öğrenebilen çocuklar "çıt çıkartmadan" nasıl öğrenecekler? Eh, işte, yine benim gibi, derste pek de bir şey anlamayıp, sonradan çalışarak...

Zeka alanları yalnızca öğrenmeyle de ilgili değil, başkalarıyla kurduğumuz iletişimi ve "nasıl öğrettiğimizi" de etkiliyor. Yine kendimden örnek vereyim, "sosyal bir insan olarak", Çınar'la yaptığım şeyler genelde kitap okuma-tiyatroya gitme, gezme-tozma, hikayeler anlatma ile ilgili. Çocuk da, ya genetik olarak yatkın olduğu için, ya da sürekli böyle yönlendirildiği için sosyal bir böcek oldu çıktı :)

Peki, nasıl anlıyoruz hangi zeka alanında daha kuvvetli olduğumuzu? Ya da, çocuğumuzun zeka alanını ya da alanlarını nasıl bilebiliriz? Bunun için yapılan bir test var. Her bir zeka alanının altında 10 adet soru var. Bu soruları yanıtlayarak, hangi alandan daha çok puan aldığınıza bakabiliyorsunuz.

Çocuklar içinse, soruları da yanıtlayabilirsiniz; ya da, bir şeyi yaparken izlediği yola, yollara bakabilir, "başarma sürecini" gözleyebilirsiniz. Mesela, içsel zekası daha gelişmiş çocuklar kendi başlarına kalıp kendi kendilerine oynamaktan, yapacakları her ne ise, kendileri yapmaktan hoşlanırlarken, sosyal zekası daha gelişmiş çocuklar biriyle konuşup paylaşmadan sorunları daha zor çözerler. Bedensel zekası ağırlıklı çocuklar hareket etmeden duramazlar, aksi halde öğrenme süreçleri yarım kalır. Müzik zekası yüksek çocuklar her sese duyarlıdır... dışarıda yağan yağmurun, musluktan damlayan suyun sesi sizi hiç ilgilendirmezken, onlar hemen duyup ne olduğunu öğrenmek isterler. İyi basketbol oynayan çocuğun "bedensel zekası" gelişmiştir (yetenkli değil, zeki!). Mozart bir müzik dehasıydı... gibi... gibi :) Zeka alanlarının tanımları ve özellikleri için bu linkteki dokümana göz atabilirsiniz...

Aslında, seminerin konusu "Çocuğumun Zeka Alanlarını Nasıl Geliştiririm?" idi. Ben konuya "nasıl daha zeki olur?" diye yaklaşmadım. Bunu rahatsız edici bulmuşumdur hep. Benim için önemli olan, yaşam kalitesidir, farkındalıktır. Bu yüzden, aslında değişik zeka alanlarına hitap ederek Çınar'ın yaşamla ilgili farkındalığını nasıl arttırırım diye düşündüm. İşte yolları:

Matematiksel_Mantıksal: Sayılar, gruplama (kategorilere göre sınıflandırma, renkler, boyutlar gibi), eşleştirme, ölçme, eleştirel düşünce (yani, sorgulama, nedenini arama-bulma, konuyla ilgili derinlemesine düşünme)

Görsel: Renkler, sanat, resim, fotoğraf, resimli kitaplar, dergiler (NOT: Banu bununla ilgili şahane bir örnek verdi: Sabahları Mira ile bir oyun oynuyorlarmış. Mesela "kırmızı bir araba görme" oyunu. Kırmızı arabayı gördükten sonra, "etrafta başka kırmızı ne var?" onu araştırıyorlarmış. Çınar'la da bir süredir oynuyoruz, çok hoşuna gidiyor...)

İçsel: Kendi başlarına öğrenmelerine zaman ayırmak ve onlara seçme hakkı vermek, kendilerini “yerine” koymak, duygularının farkına varmak, kendi başına karar verebilme.

Sosyal: Etkinlikler, akranlarıyla gezi, tiyatro, ev toplantısı, paylaşım (işte bu biziz!)

Bedensel: Hareket, drama ve el becerileri, mimik, dans, sessiz anlatım, pandomim

Müziksel: Müzik, ritim, ses, müzik aleti ve dans

Sözel: Okuma, yazma, ve konuşma, dinleme (fıkra, hikaye, masal anlatım)

Doğaya Dönük: Doğayı günlük hayatımıza nasıl katarım, doğa gezileri.

Biz, güzel bir tesadüf sonucu, bu seminerden hemen sonra Eymir'e ODTÜ Ağaç Dikme Şenliklerine gittik. Yollara dökülmüş yaprakları inceledik, göl kenarında oynadık. Bunu belli bir amaç için değil, eğlenmek için yaptık; ama, bir yandan da doğayla ilgili farkındalığının arttığını görmek güzeldi.

Şimdi, sıra diğerlerinde... size de iyi eğlenceler!


 

26 Ekim 2011 Çarşamba

Koliler... Koliler... ve Yunus...

Dün Çınar'ı okuldan almaya giderken, her gün önünden geçtiğim Yurt İçi Kargo ofisi gözüme çarptı. Ofisin tabelasına kadar koli yığılıydı önü... Koliler, siyah, sıkıca bantlanmış, üzerlerinde etiket kağıtlarıyla poşetler, kutular...

Hiç koli görünce ağlamamıştım daha önce, ağladım.

İnsanlığını unutmuş kimselerin tüm söylemlerine karşı birlik olmuşuz yine. Herkes elinden geldiğince kolilemiş umutları, kardeşliği, iyi dilekleri gönderiyor Van'a... Her türlü çürük yumurtaya karşı, bu ülkenin insanlarını çok seviyorum!

-----

Ve Yunus...

Ben Çınar doğmadan önce duygusal ya da duygularını belli edebilen- bir insan değildim. Çınar doğduktan sonra, gördüğüm reklamlara bile ağlamaya, üzülmeye, içlenmeye başladım. Ve bu yüzden, deprem haberlerine baakmıyorum, izleyemiyorum, gazetelerden okuyamıyorum. Twitter'dan takip ediyorum yalnızca (sosyal medyanın gücü).

Kendimi bildiğim halde, dayanamadım, dün gece gazete okuyayım, dedim. Demez olaydım... ilk sayfada, omzunda cansız bir bedenin eli olan Yunus, ışıl ışıl gözleriyle, gözlerinde açık seçik görünen umutla bana bakıverdi. Gazetenin baskıya hazırlandığı saatlerde, henüz kurtarılmıştı sıkıştığı yerden. Daha onun bu dünyadan göçtüğü haberi gelmemişti. Ve ben, okurken biliyordum Yunus'un, o ışıl ışıl kara gözlerin artık bize, bu dünyaya bakamadığını.

Dağıldım...

Yüzünü sevdim gazetenin üstünden, yanaklarını... ne tatlı çocukmuş... ve kimbilir hangi soysuz müteahhitin çaldığı paraların kurbanı olmuş...

Gittiğin yerde mutlu ol Yunus... bari, gittiğin yerde mutlu ol...

25 Ekim 2011 Salı

Bir Devrin Sonu...

Bugün, emektar mama sandalyemizi (Fisher Price Rainforest taşınabilir mama sandalyesi) emekliye ayırdık...

Yazmıştım ya, Çınar bir süredir "büyüklerin masası, büyüklerin sandalyesi, büyük gibi yemek" kavramlarına kafayı taktı. Bu nedenle, zaten mama sandalyesi gibi kullanmıyorduk; daha çok, yükseltici gibi kullanıyorduk kendisini... ama, bu sabah "ben kendim sandalyemde oturmiycaaam, bu sandalyede oturcaam" dedi, ben de saygı gösterdim. Sonra da, artık vaktidir dedim, toparlayıp depomuza kaldırdım bizim emektarı...

Yalnız, Toy Story (Oyuncak Hikayesi) film serisi beni çok etkilemiş olmalı, kaldırırken öptüm adaptörü, teşekkür ettim! Gerçekten!

Nasıl etmeyeyim? 9 aylıktan beri kullanıyoruz; gittiğimiz hemen her yere götürdük. Bizimle kaç şehir gezdi. Herşeyden önemlisi, kıpır kıpır bir minik adamın yerine oturup kendini masadan dışlanmış hissetmeyerek yemeklerini güzelce yemesini sağladı! Çınar için şimdiye kadar kullandığımız en yararlı eşyaydı! Ve ondan ayrılışımız, Çınar'ın büyümesinin sembolü oldu bizim için :)

Evet, 36 aylıkken hala bu adaptörü kullanıyor olmamıza "yuh" diyebilirsiniz; ama, başka türlü yemek yemesi imkansızdı. Ne yapalım, geç olsun da güç olmasın :)

Çınar'ın bir kardeşi olunca görüşmek üzere sandalye, seni hep seveceğiz :)

Çınar Puzzle Yapıyormuş!

Gülmeyin :)

Benim için bugünkü veli toplantısının en şaşırtıcı cümlesi buydu!

Evet, bugün 3. veli toplantımıza gittik -bire bir olanlardan. Güzel şeyler duyduk; zaten, beklenen 3 yaş krizleri dışında çok büyük sorunlar yaşamıyoruz Çınar'la -ki okulda, anlattıklarına göre, evde yaşadığımız kadarını bile yaşamıyorlarmış. O da, ben de -ya da biz de- büyüyoruz, anlaşmayı da öğreniyoruz yavaş yavaş... "Uyumlu" olduğunu da söylediler. Tüm arkadaşlarıyla iyi geçiniyormuş; karakterleri çok farklı olanlarla bile. "Onların tempolarına uyuyor" dediler.  Bunu önemsiyorum... Belki de, kendim de öyle olduğum için ve insan ilişkilerini önemsediğim için, hoşuma da gidiyor.

Neyse, hal böyle olunca "okulda neler yapıyor, nelere ilgisi var, yemeklerini yiyor mu?" gibi kozmetik sorulara odaklandık daha çok. Ve işte bu şaşırtıcı şeyi duydum. Tabii, puzzle denen şey atla deve değil. Ama evde en basitinden olanı iki dakika uğraşıyormuş gibi yapıp fırlatıp atınca, okuldaki -bana göre- kompleks olanları yapıyor olduğunu duymak şaşırttı beni. Özge Teyze'sinin söylediği gibi: "işle evi birbirine karıştırmıyor çocuk!".

Aslında, konuşurken, bu tür "ayrımların" onun için önemli olduğunu ve bir çok farklı durumun gayet güzel farkında olduğunu da anladık. Mesela, evdeki İngilizce kitapları İngilizce okumamı istemediği için İngilizce anlamıyor olduğunu düşünmüştüm. Sonra, geçen "ağlak" haftamızda, Susan'la diyaloglarını görüp şaşırmıştım. Evet, gerçekten anlıyordu Susan'ın söylediklerini. Sorularına evet/hayır diye ya da kafa sallayarak yanıt veriyordu. Bugün Susan dedi ki "İngilizce biliyor; şarkılar olduğu zaman konuşabiliyor da. Bütün İngilizce şarkıları biliyor. Benim her dediğimi de anlıyor -bu arada, Susan çocuklarla hiç de tane tane konuşmuyor, bildiğiniz İngiliz aksanıyla ve son derece normal hızda bir İngilizceyle konuşuyor. Konuşmamasının nedeni, henüz bildiği kelimeleri sıraya sokamıyor olması. Mesela, ben de siz Türkçe konuşurken çok iyi anlıyorum; ama, konuşurken çok zorlanıyorum." Susan'ın bu söyledikleri, Özge'nin şu cümlesiyle aslında anlam kazandı: "Benim bir Türk olduğumun ve Türkçe konuşabildiğimin çok iyi farkında. O yüzden de, benimle İngilizce iletişim kurmuyor; kitapları da Türkçe okumamı istiyor. Ama Susan'la gayet güzel İngilizce anlaşıyor, kitapları ondan İngilizce dinlemeye de itiraz etmiyor. Aiace ile de mesela çok güzel anlaşıp konuşuyorlar..."

Yani, işte Çınar ve ayrımları:

Okulda oynanacak oyunlar vs. evde oynanacak oyunlar
Türklerle kurulacak iletişimin dili vs yabancılarla kurulacak iletişimin dili
Okulda nasıl davranırım ve evde nasıl davranırım?

Sosyal hayatı çözmüş, dedim içimden. Gereğini biliyor ve yapıyor!

Beni biraz şaşırtan, çokça da mutlu eden bir diğer konu da, müziğe ve dramaya olan ilgisi oldu. Hani, babası da ben de vaktiyle birer enstrüman çalmış olsak da, devam ettiremediğimiz için öyle müziğe yetenekli olduğumuzu söyleyemeyiz. Ama Çınar, şu yaşında bile müzik aletlerinin isimlerini unutmuyor, nasıl çalınacaklarını biliyor, şarkıların ritimlerine uygun hareketleri yapabiliyor, gidişattan müziğin yavaşlayıp hızlanacağını anlayabiliyor-muş. Özge ve Susan mutlulukla bahsettiler bu gelişmelerden. Ben de mutlu oldum... hırslı görünmek istemiyorum; ama, gerçekten bu ilgisinin devam etmesi için teşvik etmek de istiyorum. Bunaltmadan bunu nasıl yapabilirim, o konuda biraz karışığım yalnızca.

Hırs deyince, yine ufak bir not... Susan, Çınar'ın "hırslı" bir yapısı olduğundan, "birinci olmayı" önemsediğinden bahsetti. Kötü bir şey olarak anlatmadı, tam olarak "competitive" dedi aslında. Yani, rekabetçi! Babasını düşünürsek, şaşırtıcı bir durum değil :) Neyse, artık baba-oğul squash oynarken birbirlerini yerler, ben de rahat ederim :D

Bu yazı aslında, geleceğe not gibi oldu...

O zaman, bir not daha. Hilal Hanım'ın söylediği güzel bir şey. Çınar'ın merakını, heyecanını, hayata karşı ilgisini hiç kaybetmemesini umduğunu söyledi. Büyüdükçe çoğumuzden silinip giden şeyler yani... Çınar o kadar coşkulu bir minik adam ki, ben de hiç kaybetmemesini umuyorum.

Kaybetmemesi için de elimden geleni yapacağım.

24 Ekim 2011 Pazartesi

Van'a Yardım İçin...

Öncelikle oğluma not...

Dün Van'da büyük bir deprem oldu minik adamım, çoğumuz çok üzüldük... "Anne, çoğumuz ne demek? Herkes çok üzüldü diyecektin herhalde!" diyeceğini biliyorum bunu okuyunca; çünkü, seni öyle yetiştirmeye çalışıyorum. Ama, evet ne yazık ki, çoğumuz çok üzüldük. Bir takım kendini bilmez, insanlığını unutmuş kimseler, son günlerde tırmanan terör olaylarıyla ilişkilendirdiler depremi. Aklın, kalbin almadı, değil mi oğlum? Benim de almadı. Bu kadar mı insanlıklarını unuttular; yoksa, hiç insan olmadılar mı, bilemiyorum... Bu işi bu noktaya getirenlerin de en kısa sürede layıklarını  bulmalarını temenni ediyorum...

Ve şimdi, asıl meramıma geleyim:

Depremzedelere yardım için Ankara'da kurulan merkezler:

Kargo ile yardım göndermek isteyenler için adres: Van Merkez Belediye Garajı Kriz Masası.
(Yurt İçi Kargo, Aras Kargo ve PTT Kargo yardımları ücretsiz gönderiyor.)
- Ankara İL Afet ve Acil Yardım Müd. 0 312 252 59 79 – 0 312 252 59 80

- Afet ve Acil Durum Yonetim Baskanligi Tel: 0-312-287-36-48

- Ankara barosu acil ihtiyac malzemesi topluyor baronun Ankara adliyesi 5. Katta bulunan kalemine yardım malzemeleri birakilabilir (Tel: 416 72 00)

UNIVERSITELER

- Ankara Siyasal BF irtibat: 05385492601

- DTCF irtibat no:05464477373

- Gazi Üniversitesi irtibat no :05343247562 ya da BİLGEHAN YARIMBATMAN 0507 712 57 77

- ODTÜ irtibat için: 05532238667

- AÜ Ziraat Fakültesi: 05464668213
 
Diğer iller için ayrıntılı bilgi şu adreste: http://yalnizdegilsinvan.wordpress.com/
 
Lütfen elimizi uzatalım... Sevgiler...

18 Ekim 2011 Salı

Büyüklerin Masası

Evet, çok şükür, tamamen iyileşti Çınar!

Geçen hafta boyunca süren sabahları "okula ditmiycem beeeeen, böhhüüüüüüüü" trajedisini de atlattık (bugün bana "anne hadi sen işe dit aatık" diyerek ayarı verdi). Gerçekten trajediydi... kucağıma başını yaslayıp iç çeke çeke ağlamalar, ayrılamamalar, geceden başlayan "yarın okula dötüüme beni anneeee"ler... Neyse, bu seferkini atlattık diye umuyorum!

Ve tüm bunlardan sonra, doğumgünüyle ilgili tek satır yazamadım; yazmak içimden gelmedi aslında. Can sıkkın olunca. Doğumgününe geleceğim de, son zamanlarda beni eğlendiren, umutlandıran, mutlandıran bir şey var Çınar'da...

Çınar'da bir "büyüme" hali var. Dün masa kurarken yardım etmek istedi. Ben hiçbir şey demeden (Miss Özge'nin defterine 'artık servisimizi kendimiz alabiliyoruz; siz de evde yardım isteyebilirsiniz' diye yazmasıyla denk düşmesi tesadüf müdür, bilemedim). Azimle masaya taşıyabileceği herşeyi taşıdı, koyacağı yerleri sordu, yerleştirdi.

Sonra Mira'yla "büyüklerin masasına" oturdular, "büyükler"" gibi sandalyede yemek yediler -"büyükler" terminolojisi minik adamın şahsına ait. Ben yemeğine pek müdahale etmedim (etmedim di mi, Banu?), yedi gerçekten güzel güzel -gerçi, makarna-hamburger olunca yememesi tuhaf olabilirdi; ama, bir tabak daha makarna istemesi, hatta üstüne kendi isteğiyle ton balığı ve mısır eklemesi ilginçti gerçekten...

Bu ara, mama sandalyesi adaptöründe pek oturmak istemiyor, "büyükler" gibi oturacakmış. Tabii ki engel olmuyorum; ama, kendisi "kıpırdak bir minik adam" olduğu için "tabii ki büyük sandalyede oturabilirsin; ama, yemeğini de bizim gibi kıpırdanmadan, sakin sakin yiyeceksin ve doymadan masadan kalkmak istemeyeceksin, anlaştık mı?" diye şart koşuyorum. Kabul ediyor ve yapıyor. Nasıl bir gururla yiyor hem de yemeği, inanılmaz! Ben de mutlu oluyorum haliyle, o adaptörü yemek yememiz gereken her yere taşımak son derece yorucu bir iş herşeyden önce.

Ve yine bana "herşeyin bende bir zamanı var" diyor galiba Çınar. Herşeyi yapacağım; ama, kendi zaman çizelgeme, kendi hızıma göre. Ben de uzun zamandır acele etmiyorum hiçbir şey için zaten. Gözlüyorum ve "başarması için fırsat vermeye" çalışıyorum. Hala öyle ermiş, huzurlu bir anne değilim belki; ama, yavaş yavaş "olmaya" başlıyorum :)

13 Ekim 2011 Perşembe

Seminer Duyurusu: Çoklu Zeka Teorisi

Bu benim ucundan kıyısından bildiğim; ama, hep daha fazla öğrenmek istediğim bir konuydu. Seminer haberini alınca çok sevindim. Bilgiler aşağıda, aklınızda bulunsun!

NURAN KANSU İLE
“Çocuğumun Zeka Alanlarını Nasıl Geliştiririm?”
22 Ekim Cumartesi


Zekanın tek tip olduğunu, doğuşla sabit bir düzeyde gelip hep aynı düzeyde kaldığını savunan eski inançlar, Çoklu Zeka Teorisi ile yıkıldı. Çoklu Zeka Teorisine göre, sekiz tip zeka doğuştan her çocukta değişik düzeylerde bulunuyor ve küçük yaşlardan başlayarak yaşam boyu bütün zeka tipleri geliştirilebiliyor. Bu zeka tipleri, dilsel zeka, görsel zeka, matematik zekası, bedensel zeka, müzik zekası, sosyal zeka, içsel zeka ve doğa zekası olarak adlandırılmaktadır.

TARİH: 22 Ekim Cumartesi, saat: 10:00-13:00

YER: Binbirçiçek Çocuklar Evi, Reşitgalip Caddesi Fıskiye Sokak No:16 G.O.P. Çankaya/ANKARA

SUNAN: NURAN KANSU

ÜCRET: 30TL, çiftlere özel indirim: 50TL

KAYIT SON GÜN: 18 Ekim Salı

REZERVASYON: nihalpt@gmail.com , 0 533 211 60 82, Nihal POYRAZ TEMÜRCÜ

NOT: Kontenjan 25 kişi ile sınırlıdır.

--------------------------------------------------

Nuran Kansu

Üniversite eğitimini Gazi Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Almanca Bölümünde tamamladıktan sonra 1988 senesinde Toronto-Kanada’ya gitti.

1990-2003 senelerinde Peel District School Board of Education’a bağlı okullarda değişik kademelerde öğretmenlik yaptı.

York ve Toronto Üniversitelerinde, ESL (English as a Second Language), Special Education (Özel Eğitim), Guidance and Counselling (Rehberlik ve Danışmanlık) dersleri aldı. Adler Psikolojisini temel alan, Ailelere Liderlik Programını tamamladıktan sonra Türk ailelerine Ana-Baba seminerleri verdi. Seminerlerine 2003 yılında Türkiye’ye dönüş yaptıktan sonra da devam etti. 2003-2007 yılları arasında çeşitli anaokullarının idari işlerinde uzman eğitimci olarak çalıştı.

Duygusal Zeka, Çoklu Zeka ve Doğa Eğitimi ile ilgili değişik dergilerde yayınlanan makalelerine www.oncecocuklar.com  ve www.dzcocukkulubu.org  sitelerinden ulaşmak mümkündür.

10 Ekim 2011 Pazartesi

Gri

5 tam gün sürdü Çın'ın ateşi...

Çok önemli değil; ama, 3 gün 38'in altına hiç düşmeyince, sonraki iki gün de ancak ilaçla kontrol edilebilince epey hırpalandı oğlum. Öyle ki, ateşinin düştüğü günlerde bile, normalde sabahın 6:30'unda dikilen çocuk, saat 9'a, 9:30'a kadar uyudu. Gücünü ancak toparladı.

Sağolsunlar, babaannesi ve dedesi gelip baktılar Çın'a bir hafta. Onlardan önce de, doğumgünü için Ankara'ya gelen Ruhan Teyze'miz yanındaydı Çın'ın. Bebekliğinde olduğu gibi, yine hızır gibi yetişti imdadımıza. Anneanne her öğlen işten çıkıp geldi kontrole. Kalabalık aile olmak güzel şey. Büyükanne&büyükbabalarla aynı şehirde olmak daha da güzel şey. Hepsinin ömrü uzun olsun, başımızdan eksik olmasınlar... Yoksa ya kreşe gidecekti ateşi düşer düşmez, ya ben başımı eğe eğe izin isteyecektim işten.

Çalışan anne olmak zor. Çocuğu her gün bir yere bırakıp işe gelmek değil aslında sorun. Ben çalışmıyor olsam da kreşe verirdim Çınar'ı, bence çocukların kalabalığa ihtiyacı var çünkü. Eskiden, büyükanneler ve büyükbabalarla, diğer akrabalarla aynı evde yaşanırken; ya da, bizim çocukluğumuzda olduğu gibi, sokağa sabah çıkılıp eve akşam girilirken belki de kreşlere gerek yokmuş. Ama, böyle aileler ya da sokaklar kaldı mı şehirlerde? Bu yüzden çocukların kreşe ihtiyacı var.

Herneyse... Çalışıyor olmak değil sorun. Hem çalışıp hem de sırf çocuğun var diye "evli kadın çalışandan çok da verim alamıyoruz, hele çocuğu varsa" baskısı. Bunu bir kere duymuş olmak yetiyor tedirgin olmak ve öyle kalmak için. Gün içinde iş için elinizden geleni yapıyor olmanız önemli değil; çocuk hasta olduğunda işe 2 saat geç gelmeniz göze batar. Ya da, hasta çocuğunuza bakmak için aldığınız izinler. Ya da çocuğunuzun hasta olmasına da gerek yoktur, veli toplantısı vardır mesela okulda. Veya o gün yavrunuz "gününde" değildir, sizinle evde 10 dakika daha fazla zaman geçirmek istemiştir ve işe yarım saat geç kalmışsınızdı.

Şimdi haksızlık etmeyeyim, benim müdürüm, daha bir gün bile bana konuda zorluk çıkarmış değil. Ama ben bu yukarıda yazdığım şeyi duydum bir kere. Dolayısıyla da, içim bir türlü rahat etmiyor. Ne çocuğumun yanında rahat edebiliyorum; ne de işe geldiğimde vicddan azabından kurtulabiliyorum. Bugün daha da fazla hissediyorum bu iç sıkıntısını... belki havanın griliğinden, belki de Çınar'ın 10 gün sonra okula giderken içli içli ağlamış olmasından.

Bilmiyorum, ama gri geliyor herşey bugün bana.


3 Ekim 2011 Pazartesi

Kusma ve İshal Diyeti

Başlık her ne kadar iç kaldırıcı olsa da, arandığında kolay bulunsun diye böyle dümdüz yazmayı tercih ettim...

Bizim minik adam, doğumgününün gecesinde ateşlendi ve hala düzelebilmiş değil. 1 kez serum, 3 kez de serum+damardan "antibıdı" almasına rağmen ateşini ancak ilaçla kontrol altında tutabiliyoruz. Pazardan beri nispeten daha iyi olsa da, hala 39 dereceyi görebiliyor olmak can sıkıcı.

Ateş dolayısıyla pek bir şey yemek istemiyor. Israr da etmiyoruz (ben gerçekten bu konuda Nirvana'ya ulaştım sanırım...). Ama cuma gecesi kendi gelip deli gibi "acıktıım, ne yemek yiyebilirim?" diye peşimde dolaşıp ardından da yediği herşeyi -gece boyunca- kusunca, cumartesi hastaneye attık kendimizi.

Serumdan sonra doktor elimize bir liste tutuşturdu. Ben bilmiyordum; ama, ishalde olduğu gibi, kusma durumlarında da yenmesi ve yenmemesi gereken şeyler varmış. Yenmemesi gerekenler, kusmayı tetikliyormuş. Buyrun liste aşağıda. Gerçekten, bunlara 2 gün dikkat ettik, kusması kesildi yavrumun... Bundan önceki hastalıklarında, kötü olan midesini resmen biz daha kötü ediyormuşuz meğer!

YENECEKLER:

Yağsız yoğurt
Haşlanmış yumurta
Haşlanmış patates
Pirinç lapası
Muz
Çay
Ayran
Yağsız yayla çorba
Ekmek (tercihen kızarmış)
Haşlanmış veya ızgara tavuk
Makarna (yağsız, salçasız)

YASAKLAR:

Şekerli gıdalar, tatlılar, reçeller, bal, pekmez
Çikolata, nutella, vb.
Bisküvi, kek, kurabiye, kraker, poğaça, simit
Yağ içeren herhangi bir gıda
Süt
Dondurma
Sebzeler (domates, salatalık, biber, fasule, mercimek, vb.)
Meyveler (muz hariç hepsi yasak)
Meyve suları
Çorbalar (yayla çorba hariç)