30 Ekim 2010 Cumartesi

İyi ki Doğdun Nurturia!

Damla&Khan, hayatımı değiştiren siteyi bundan tam 1 yıl önce kurmuşlar...

Daha önce bahsetmiştim Nurturia'dan. Ama bana nasıl iyi geldiğinden, kendimi nasıl "normal bir anne gibi" hissetmesine neden olduğundan, ÇınÇın'ı büyütürken bana en çok yolu oradan edindiğim arkadaşlarımın gösterdiğinden bahsetmemişim. Nurturia, benim ikinci bir ailem gibi. Çınar'ın her "ilk"ini artık önce Nurturia ailem biliyor. Hasta olduğunda, tıp kadar Nurturia ailemin güzel dilekleri de iyileştiriyor bizi, biliyorum! Ve bizi neşelendiren, sevindiren herşey, Nurturia ailemi de sevindiriyor. Sevinçler paylaştıkça çoğalıyor, çocuklu hayat paylaştıkça güzelleşiyor! 

Ve hayatımızda bu kadar yer eden bu güzel ailenin "doğum gününü" kutlamamazlık yapamazdık tabii ki! Toro'muzun güzel ve tatlı annesi Tuğçe fitili ateşledi, Ankara'da, 30 Ekim'de (tam gününde) dev bir kutlama yaptık ailemiz(l)e!


Nurturia anneleri ve babaları :)

İyi ki doğdun Nurturia!

Evet, yukarıdaki dev ekip, bu sitede tanıştı, bu site sayesinde bir araya geldi ve çocuklarını birlikte büyütüyor!

Aslında, söz uçar yazı kalır derler ama, bence yalnızca benim değil, pek çok üyesinin dilinden de dinlemelisiniz bizim için ne demek olduğunu:


Üyeleri Nurturia'yı anlatıyor from Nurturia Türkiye on Vimeo.

Peki, siz ne duruyorsunuz? Aramıza bekliyoruz!!!

İyi ki doğdun Nurturia; çocuklu hayat seninle güzelleşiyor!!!

28 Ekim 2010 Perşembe

Cumhuriyet Bayramı

Bu gün ÇınÇın'ın yuvasında 29 Ekim kutlamaları vardı. Biz de, özel olarak giydirip gönderdik...


Yarın da, "arkadaşları" gelecekler çeşitli illerden Ankara'ya. Hep birlikte Anıtkabir'e gideceğiz. Hava yağmurlu görünüyor; ama, umarım bizim minikler için 16:00 sularında bir güzellik yapar ve birazcık da olsa durulur...

İşte bizim evden 29 Ekim diyalogları:

B: Okulunuzun kapısında ne asılı Çınar?
Ç: Bayyak! (bayrak)
B: Peki ne renk?
Ç: Kımıni (kırmızı)
B: Üstünde ne var?
Ç: Aydedeeee!!!

--------
B: Tatlım biz yarın nereye gideceğiz?
Ç: Ayıt-kaaba! Atayürt uyuyooo... (Anıtkabir'e. Atatürk uyuyor...)

-------
Geleceğimiz, ülkemiz yavrularımıza emanet; emanetlerine hıyanet etmemek umuduyla...

Hepimizin Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

23 Ekim 2010 Cumartesi

Kitap Dünyası

Biraz da kitaplar...

...ama bu sefer uzman yazısı yok. Yeliz'cim merak etmiş, sobelemiş; ben de çok keyifli buldum ve yazıyorum (hatta itiraf edeyim, k.i.s.d'de okuduğumda "işte kimse beni sobelemezse de yazacağım" dediğim konuydu bu).

Aslında, daha önceki Minik Adamın Kitapları yazı serisinin 18-24 ay versiyonunu da yazsam çok iyi olacak. Köprünün altından çok sular aktı çünkü...

Ama bugün röportaj günü!

- Boncuğunuza kitap seçerken en çok önem verdiğiniz kriterler neler?

Yalın anlatım ve net çizimler! Sakız gibi uzayan cümleler, çok karışık resimler Çınar'a fazla geliyor. Bana da! Sırf kucak kucağa oturmak adına dinliyor öyle kitapları da, ama hiçbir zaman "en sevdiği kitaplar listesi"nin üst sıralarında yer almıyor bunlar.

- Bir kitabın kapak tasarımı sizi cezbeder mi?

Gerçekten güzel bir tasarımsa, evet eder. Örneğin, Oğlumun Tuvalet Kitabı isimli kitabın kitap tasarımına vurulmuş ve almıştım (iyi ki de almışım, içi de gayet başarılı üstelik). Evet, sanatsal değil; ama, "iş makinesi/bavuu" seven bir erkek çocuğun ilgisini çekeceği garanti, değil mi? Bir de, Close Your Eyes'ın kapak tasarımı muhteşemdi (bakın, o sanatsal hem de). Evren'in referansı olmasa dahi, kitabı gördüğüm an alırdım, eminim! Ama, genelde yalnızca kapak tasarımına bakarak kitap almıyorum; çünkü, bence çocuk kitaplarının kapak tasarımlarında ciddi sıkıntılar var bence. İçleri kesinlikle daha başarılı!

- Çocuk kitaplarının didaktik yaklaşımlarını nasıl buluyorsunuz?

Öğretmek istediği şeyi, öykünün içine güzelce saklarsa, seviyorum (mesela, Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor, güzel bir örnek bunun için). Ama "...Baykuş da demiş ki, işte çöplerinizi yerlere atarsanız, dünyamız böyle kirlenir..." tarzı doğrudan mesaj içerikli cümleleri olan kitaplardan çok da hoşlanmıyorum. Biri bana böyle bir şeyi sürekli okusa/söylese, inadına tersini yapabilirim. Ama, sonucu kendim çıkarırsam, uygulama için daha fazla şevkim olur ("bakın bunu da ben akıl ettim" diye sevinebilirim bile.. bilmiyorum, çocuklar da böyle mi hissediyorlar acaba?).

- Çocuk kitaplarındaki resimler nasıl olmalı sizce? Hikayesini beğendiğiniz bir kitabı ilüstrasyonlarından dolayı almamazlık ediyor musunuz veya tam tersi oluyor mu? Hikayesi uyduruk olan bir kitabı grafiklerine aşık olarak aldığınız oldu mu? Grafiklerde aradığınız temel özellikler var mı? Varsa nedir?

Net ve sade çizimlerden yana oyumu kullanıyorum! Bir de, parlak renkleri seviyorum. Bence TÜBİTAK'ın Erken Çocukluk Serisi güzel bir örnek anlatamaya çalıştığım şey için.

Karışık, çok fazla ayrıntı içeren çizimler, çocukların ilgisini çok dağıtıyormuş gibi geliyor. Mesela, Animal Boogie, bence şahane bir şarkı kitabı! Resimler parlak mı parlak, canlı mı canlı! Ama Çınar uzun süre bakamadı o kitaba, çok karışık illüstrasyonlar içeriyor olmasından olabilir mi, bence olabilir! Şimdilerde ise, ben şarkısını da söyleyince okurken, severek bakıyor. 

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim, kırmızı, sarı, yeşil, mavi gibi ağırlıklı ana renkler kullanılan çizimler Çınar'ın dikkatini kesinlikle daha çok çekiyor... ve bir de, gerçek resimler, yani objelerin fotoğrafları olan kitapları da seviyoruz -Çınar da, ben de.

Şimdiye kadar, çizimlerini beğendiğim ama içeriğini pek de sevmediğim çok kitap olmadı sanırım. Hepsi bir şekilde örtüştü... ama mesela, Uç Uç Böceği BonBon kitabının, illüstrasyonlarını çok şeker bulmama rağmen, öyküsünü aynı derecede başarılı bulmamıştım. Çınar, uğurböceklerinin ve uzun öykünün hatrına severek dinledi hep; ama, bence zayıftı.

- Çocuğunuzun şu anda en çok sevdiği 3 kitap hangileri? Bu kitapların bir ortak yönü var mı?

En sevdiği 3 değil, 6 kitap seçtim (6'ya indirebildim). Bu kitapların ortak bir yönü var; biri hariç, hepsi hediye!!! Şaka değil... "Zaten ben de onları alacaktım" diye avutabilir miyim acaba kendimi? :)


Aslında, pek ortak yönleri olduğu söylenemez sanırım. Yalnızca, şeker ve yalın çizimler, net anlatım, güzel hikayeler diyebilirim! İlk Taşıtlar Kitabım'ın hikayesi yok tabii ki; onun olayı, içinde her türden (oyuncak dahil) taşıt resmi olması. Çınar'ın kendi kendine dakikalarca oyalandığı kitaplardan biri. Bir Taşıtlar kitabımız daha var (sağa bakınız). O da Yasemin Teyze'mizin hediyesi (hiç şaşırmadınız, değil mi?). Bu da Çınar'ı çok oyalıyor. Hayır, yap-bozlarıyla oyalanmıyor. En arka sayfasında 4 taşıt şoförünü labirent yollarla taşıtlara bağlamışlar. Minik dolma parmaklarıyla "buuu, budaaaan, bavuuna gidiyooo" diye yolu takip ederek şoförü taşıtına ulaştırıyor. Öyle oyalanıyor. İşi bitince de parmaklarını yiyorum ben afiyetle! (Pardon, kitap tanıtımı yazısı olacaktı bu, öhöm...)

Kitaplara gelecek olursak:

1- Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor (Feridun Oral, Sara Şahinkanat): Çınar önce Nino'nun bindiği otobüse tav oldu; ama, okudukça hikayeyi de sevdi! Yılanbalığının yuvasının çökmek üzere olduğu sahnede heyecanlanıyor, Nino'nun annesine sarıldığı sahnedeyse "aauuuwww" deyip dönereke bana sarılıyor.

2- Yaramaz Bebeğin Maceraları (Barbro Lindgren): Her ne kadar okurken yaramaz bebekten örnek almasından korksam da, ben bile epey eğleniyorum! Böyle kafiyeli kitapları her ikimiz de çok seviyoruz (bir zamanların favorisi, Selçuk Demirel'in Ayağına Diken Batan Karga'sı gibi). Çınar son zamanlarda, okurken sinsi sinsi gülüyor yalnız, hmm...

3- Ay'a Yolculuk (Jill Murphy): Çınar'ın aydede sevgisi bu kitabın şahane çizimleri ve çok yalın, çok net ve çok ilgi çekici öyküsüyle birleşince, tüm zamanların en sevilen kitaplarından biri olmaya hak kazandı Bebek Ayı'nın Ay'a Yolculuğu. Hatta, iki önceki posta bakarsanız, bu kitaptan esinlenerek yaptığımız roketi ve içine doldurduğumuz "Ay pikniği malzemelerini" görebilirsiniz.

4- Yaramaz Fındık (Anna Currey, Miriam Moss): Yuvaya giderken oyalanan sevimli bir ayıcık... galiba Çınar, biraz kendisiyle özdeşleştirdi Fındık'ı. Öykü çok sevgi dolu, çizimler de çok başarılı, bir o kadar da şeker!

5- İlk Taşıtlarım Kitabı (Dawn Sirret): İçinde her türlü taşıta ait resim var, daha ne olsun! Çınar kitabı ilk eline aldığında 15 dakika kıpırdayamadan sayfalarına baktı... "Bavuu" olan her kitap, bizi cezbeder!

6- Çiftlikte (Anna Milbourne): Aslında TÜBİTAK Erken Çocukluk Kitaplığı'nı temsilen bunu seçtim. Gölde, Ay'da, Rüzgarlı Bir Gün ve Yağmurlu Bir Gün de diğer favorilerimiz! Ortak noktaları yine aynı: öğreten ama rahatsız edici şekilde didaktik olmayan bir öykü, çocuğu bir yerden yakalayan kocaman, net çizimler, parlak renkler!


- Bir çocuk kitabı yazsanız hangi temayı işlemeyi düşünürdünüz, ya da temasız öylesine bir masal mı uydururdunuz?

Keşke o kadar yaratıcı olsam! Temasız masal anlatmaya kalkarsam ucunu bucağını alamıyorum... son zamanlarda, Yeliz'ciğimden feyz alarak anlatmaya başladığım, ÇEVKO'nun EkoDino dergisinden alıntılar yaptığım bir "Çöp Kamyonunun Öyküsü" var. Çınar abartıp "Beton Mikserinin Öyküsü"nü de isteyince uyku vakti, bir de miksere öykü uydurdum. Kitaba yazılacak gibi bir şey değil, ya da, ancak Çınar gibi "bavuu" delisi çocukların ilgisini çeker sanırım... yatırım yapmaya değmeyebilir :) Ama uyku vakti Çınar'ı gayet güzel mayıştırıyor, ben seviyorum öykülerimi!

 
Benim söyleyeceklerim bu kadar. Şimdi sıra sizde: İkiçocukannesi, Toprak Büyürken, Bir Ege Masalı, Ece'den Sonra Neşe, Küçük Kenem ve Mira'nın Bahçesi... Bekliyorum :)

NOT: Yine geçen seferki gibi, benim sobelemediklerim de isterlerse yazsınlar, hepimiz yararlanalım!


İlk Sanat Çalışması

Dün, Çınar'ı okkuldan almaya gittiğimde öğretmeni gururla gösterdi bunu... sınıfta sanat dersi yapmışlar, bu da oğlumun eseri!


Şimdi bunu asacak güzel bir çerçeve arıyorum! Aslında, çerçeveden çok daha iyi bir fikrim var...

Pek yakında, bu blogda!

Yapılandırılmamış Oyuncak: Uzay Roketi!

Oyuncak konusu açıldı mı kapanmak bilmiyor bende sayın okur; hani bir de oğlum hakikaten oyuncaklarla hakkıyla oynasa (hakkıyla oyuncakla oynamak ne demek, o -benimle ilgili- başlı başına bir yazı konusu bence) içim yanmayacak; ama, annesi hevesli işte! Şimdi bunu da yazayım, kitap konusuna geçeceğim...

Buyrun efendim yapılandırılmamış oyuncakların şahı: Karton kutudan uzay roketi! Tabii ki bana ait bir özgün fikir değil, hayatımda hiç özgün fikrim olmadı benim... ama, çok güzel uygulama çalışması yaparım! Bu roket fikri de, iki sonraki yazıda göreceğiniz Ay'a Yolculuk (Jill Murphy) kitabındaki Bebek Ayı'dan ve TÜBİTAK Erken Çocukluk Kitaplığı serisindeki Ay'da kitabından çıktı. Çınar'la, bu iki kitabı okurken, hep bu kutu roketler hakkında da konuşurduk. Ben, ona da bir tane roket yapmaya söz vermiştim! Geçen hafta gelen bir siparişimin kutusu tam da bu amaca uygun olunca, yapıverdim gitti.

Önce, yalnızca kalemle kutunun üstüne düğme, ay resmi vs çizdim. Zaten ÇınÇın'a o kadarı yetti. Aşağıda gördüğünüz gibi, pek keyifle roketinin içinde zaman geçirdi! (Not: başındaki bere uzay başlığı... elinde niye elma, vs var diye sorarsanız, Bebek Ayı'nın Ay'a giderken yanında götürdüğü yolluklardan biz de yanımıza aldık! Çocuğum uzay yolculuğunu piknik gibi bir şey sanıyor...)

Türkler Ay'da: roket içinde dolmuş şoförü edası...

Ve ben bu sabah, Meraklı Minik dergisinin bu ayki çıkartmalarını keşfettim! Tam da roketimize uygun, gezegen, ay, astronot çıkartmaları... Çınar pek ilgilenmedi, ama, ben rokete yapıştırmaları yapıştırıp çok eğlendim. Küçüklüğümde hiç roketim olmamıştı sayın okur, heves işte!


Çınar'ın eline de portakal suyunu tutuşturup soktuk roketin içine. Portakal suyundan enerjiyi alınca, Ay'a balıklama dalmaya karar verdi.

Türk'e bir şey olmaz: Ay'a balıklama dalan astronot!

Ben roket niyetine yaptım; ama, kendisi istediği gibi oynar. Zaten yapılandırılmamış oyuncağın da amacı budur: neye niyet neye kısmet :)

Sözün özü, eğlenceli ve ucuz bir oyun/oyuncak ararsanız, aklınızda bulunsun diye yazdım! Bir de tabii, Çın'a hatıra olsun diye... Son olarak da, 25 ayda şu yavrucağıza annesinin yaptığı ilk oyuncak olarak kayıtlara da geçsin dedim!

NOT: TÜBİTAK'ın Ay'da kitabını severek okuyoruz; ama, dün dayımız telefon edip bizi uyardı: "Ay'da su, gümüş, civa bulunmuş; TÜBİTAK kitapları okuyorum diye çocuğun aklını hurafelerle doldurmayın" dedi... Haberin kendisi de şurada. Dayımıza, hassasiyetinden dolayı, teşekkürü bir borç biliyoruz!

19 Ekim 2010 Salı

Oyuncak Dünyası

İyi olacak hastanın doktor ayağına gelir, derler ya, ben de ne zaman çocuk bakımı/psikolojisi ile ilgili birşeye taksam, bir uzman pedagog yazısı ya da iyi bir bebek/çocuk bakımı kitabıyla karşılaşıyorum. Bu sefer, Çınar'ın oyuncak bolluğuna ve oyuncakları sadeleştirmeye, Çınar'a daha uygun olanları seçmeye/ayırmaya takmıştım kafamı ki Nurturia'dan erenim'in önerdiği şu yazıya rastaldım. Uzman Pedagog Gülsüm Gencay "iyi ve kötü oyuncakları" anlatmış, anne-babalara bazı önerilerde bulunmuş. Açıkçası, Çınar'ın odasını (daha doğrusu oyuncaklarını) yeniden düzenlerken çok işime yaradı önerileri... Şekiller üzerinden anlatarak sizinle de paylaşmak istedim.

Şu aşağıda görmüş olduğunuz fotoğraf, Çınar'ın düzenlemeden önceki oyuncak kalabalığına ait! Ve bu, buzdağının görünen yüzü... Bir alttaki fotoğrafta da, buzdağının denizin altındaki kısmını görebilirsiniz! Şimdi, buradaki yanlışları, Pedagog Gülsüm Gencay'ın gözünden anlatayım:



Öncelikle, oyuncakların iki gruba ayrıldığı bilgisini vermek lazım: yapılandırılmış ve yapılandırılmamış. Yapılandırılmış oyuncaklar, formu hazır, nasıl oynanacağı açıkça belli olan oyuncaklar; araba, ev, müzikli oyuncaklar, vb. Aslında bunlar için "hayal gücüne yer vermeyen oyuncak" tanımlaması yapılmış ama ben katılmıyorum. Her oyuncak çocuğun hayal gücünü kullanmasına yardımcı olur bence. Yapılandırılmamış oyuncak ise oyun hamurları, lego gibi, formu hazır olmayan, çocuğun kendisinin geliştireceği oyuncaklar. İşte bu iki gruptan da ortamda bir kaç tane olması yeterliymiş. Yani bizim fotoğraftaki gibi elli tane arabayı, 5 çeşit legoyu aynı anda bulundurmaya gerek yokmuş. Hatta gereksiz kalabalık, dikkati yönlendirmek anlamında da çocuğu olumsuz etkiliyormuş.

Peki, sürekli önümüze yeni oyuncak alternatifleri sunulurken evi doldurmadan nasıl duracağız? Çocuğumuzun iyiliği için, doyumsuz  bir birey olmaması için tutacağız kendimizi. Hatta hem biz, hem de anneanne, babaanne, dedeler, teyzeler, halalar, dayılar, amcalar... Bir kere, çocuk büyüdükçe oyuncak alımının belli aralıklara getirilmesi gerekiyormuş. Mesela, 2 yaşından sonra, çocuğunuzdan gelen oyuncak taleplerine "en fazla haftada bir" diye bir sınır koymak; hatta 3-4 yaştan sonra bunu ayda bire kadar düşürmek sağlıklıymış. Tabii bu noktada, yukarıda saydığım aile grubunu da uyarmak lazım. Anne-babaya istediği oyuncağı aldıramayan çocuğun bu aile grubunun herhangi bir ferdine oyuncağı aldırması yalnızca bir çıkar ilişkisi tesis etmesine yarıyormuş. Burada çok vurucu bir cümle var:

"Bu [aileden birinin çocuğa her istediğini alması] biz farkında bile olmadan çocuğa çok kötü bir yön kazandırıyor. [...] Sizi kullanmayı seviyor. Sizinle oynamayı ya da vakit geçirmeyi sevmiyor; çünkü bunları bilmiyor. Ama sizin oyuncak getirdiğinizi biliyor, dolayısıyla sizden oyuncak isteyebileceğini biliyor."
Yani aslında anlık sevgi gösterilerinin cazibesine kapılmamak lazım; iki taraf için de iyi değil!

Benim en çok takıldığım noktalardan biri, "belki bununla yine bir gün oynar" diye oyuncakları evde tutmaktı. Ama, çocuğun ilgisinin kaybolduğu noktada oyuncağın uzaklaştırılması gerekiyormuş. Amaç aynı: gereksiz kalabalığı önlemek. Bunun üzerine, artık Çınar'a hitap etmeyecek bir sürü gereksiz oyuncağı geri dönüşüme yolladık. Düzgün olan bir kısım "bebek" oyuncaklarını da kuzen Bahar'a gönderilmek üzere ayırdık. Bu vesileyle, bir türlü kaldıramadığım aslanlı yürüme arabasını da emekliye ayırmış olduk!

Bir de, büyük oyuncak konusu var. Eve alınan kaydıraklar, salıncaklar, çadırlar, atlar, vs vs... Bunlarla ilgili ilginç bir yorumu var Sn. Gencay'ın. Diyor ki:

"Bunlarla çocuğu yalnızlaştırıyoruz. Beğendiği herşeyi eve alarak onu daha çok eve kapatıyoruz. Evde enerjisini harcayamıyor ve sakinleşemiyor. Çünkü oluşan sosyalleşme ihtiyacını, sunduğumuz oyuncaklarla baltalıyoruz. Bunun yerine götürüp parkta oynatmak ve başka çocuklarla oynamasını, sosyalleşmesini sağlamak daha yerinde olur."
Bunu okuduktan sonra da evdeki sallanan tahta at emekliye ayrıldı... zaten uzunca bir süredir yalnızca dekoratif ya da akrobatik (üzerine çıkıp tek ayak durmaya çalışmak gibi) amaçlı kullanılıyordu.

Bir de, yine endişelendiğim "sürekli aynı tip oyuncakla oynamak isteme ve dolayısıyla oyuncak seçerken ailenin bu tipe yönlenmesi" durumundan bahsetmiş. Mesela, bizimki gibi sürekli arabayla oynayan çocuğa renkleri de onun üzerinden öğreterek ilgiyi dağıtmak iyi bir fikirmiş. Ya da, 1 saat arabayla oynuyorsa, "hadi 10 dakika da yapbozla oynayalım" deyip, çeşidi bizim sunmamız, zihnen etkinliği çeşitlendirmemiz gerekiyormuş. Böylece, uzun vadede tek tipe odaklanma yaşamasını engellemek mümkünmüş.

Bizim arkadaşın "bavuuu" merakı herkes tarafından biliniyor. Çok seviyor gerçekten. Ama bir baktım, ortalık bavuu dolmuş. Ben de, oyuncakları ayırırken, işlevsel "bavuu"ların bir kısmını ortada bıraktım, bir kısmını da, daha sonra ortaya çıkarmak üzere "sirkülasyon sepetine" koydum. Fotoğrafta görünen kocaman bavuu ailesi sirkülasyona dahil değil, çünkü onlara aşık! Lego tarzı taşıt Mega Block'ları ve yap-boz tarzı ördekli Duplo'yu "lego yapmaya teşvik" olarak bırakıp, yalnızca tekerlekleriyle ilgilendiği çöp kamyonu Duplo'sunu ve hiç ilgilenmediği çiftlik Duplo'sunu biraz ortadan yok ettim. Takılması çok zor olan Clippolar da sonraki bir zaman için sepete konuldu. Bir tane şekilleri-delikten-geçir oyuncağı bıraktım. Sayılar ve şekilleri güzel anlatıyor. İlgisini çekmeye başladı bu ara. Bir de, bir hikaye kurarark oyun oynamak için çiftlik hayvanları setimizi çıkardım ortaya (turuncu karton kutuda).

sadeleştirilmiş oyuncak dolabı

oyuncak sirkülasyonu kutuları

Minik araba koleksiyonumuzun bir kısmını kaldırmadım -Hilal'den aldığım keçeden şahane otoyol halısı gelince çok eğleneceğiz çünkü! Son olarak, dedesi Çınar'a  ahşap bir tamir seti almış (bkz. resim). Anneannesindeki bozuk asansör yüzünden tamir işine takmış durumda. Zaten, bayılıyor eline tornavida vs alıp vida sıkıştırmaya -babası kılıklı! Tamir etsin dursun bakalım, altın bilezik! (Muhtemelen bu ikisi gelince, ördekli Duplo'yu ve belki de çiftlik setini kaldıracağım ortadan).

Ara Not: Evet, kaldırdım. Yerine tamir setini ve dedesinin tamir setiyle birlikte aldığı bloklardan yap boz itfaiye arabasını (sol alt bölme, en soldaki oyuncak) koydum. Bkz, üstteki fotoğraf. Hilal'in oyun halısı salondaki orta sehpanın üstünde şimdi, sehpanın üstüne çıkmamaya, onun yerine orada arabalarıyla oynamaya teşvik amaçlı :)


Fotoğraftaki bebek ve ayıcığı soracak olursanız, bebek bizim emektar Aliş'imiz. Göğsüne bastırınca öksürüyor. Onunla ve ayıcıkla doktorculuk taklit oyunu oynamayı ve vücudun kısımlarını öğretmeyi planlıyorum -bir taşla iki kuş. Erkek çocuklarının bu amaçla -süslü püslü olmadığı sürece- bebeklerle oynaması da sağlıklı bir durummuş. Hatta, bebekler yerine kuklaları daha çok öneriyor Sn. Gencay. Taklit oyunları da, hem empati kurmayı sağlıyormuş, hem de hayal gücünü geliştiriyormuş.

Yazıda aslında çok bilgi var; mesela, bilgisayar oyunları, bu oyunların sürelerinin ayarlanması ve bunu çocuğa anlatılmasıyla ilgili. İlgileniyorsanız, yazının sonlarına doğru bir göz atmanızı öneririm. Ama benim son olarak aktarmak istediğim, iyi ve kötü oyuncak ayrımını nasıl yapacağımız.

Bir kere, yaş grubuna uygun oyuncak önemli. Yani, çok küçük yaştaki bir çocuğa, ağzına atabileceği küçüklükte bir oyuncak alıyorsak, kötü oyuncak almış oluyoruz.

Sonra, çok iyi bir oyuncağın bile, evde 20 çeşidi olduğunda, artık kötü oyuncak olacağını söylüyor Sn. Gencay. Bu, çocuğu tek tip oyuna yönlendiriyormuş.

İyi oyuncağın materyalinin çok kaliteli olması önemli! Yani, ucuzundan 10 tane alacağımıza, kaliteli malzemeden yapılmış 2 tane pahalı oyuncak çocuğumuz için her anlamda (hem nitelik, hem nicelik) daha yararlı! (Bunu aklımda tutmalıyım!) Yapılandırılmış ve yapılandırılmamış oyuncakların evde çeşitli şekillerde bulunmasını sağlamalı, oyuncak seçerken çok yönlü kullanılmasına dikkat etmeliymişiz. Örneğin;

"[...] hem doldurup hem boşaltarak, hem çekiştirerek oynayabiliyorsa, içinde ne olduğunu merak edip incelemek istiyorsa, o çocukta o merakı uyandırabiliyorsa, ve bu merakı uyandırırken çocuğun kullanımına uygun bir ürünse, bu iyi bir oyuncaktır."

diyor Sn. Gencay. Ama, çok kaliteli görünen bir ürün, üç yaş için hazırlanmış ama beş yaşındaki bir çocuğun kullanabileceği beceriye yönelik işlev verilmişse, bu kötü bir oyuncakmış. Çünkü, zihinsel olarak üç yaşa, fiziksel olarak beş yaşa hitap ediyormuş. Bu aslında önemli bir nokta. Çocuğumuzun içinde bulunduğu aya göre başarabileceklerini ya da ilgi alanlarını hesaplamadan oyuncak seçmemek gerektiğini bir kez daha hatırlatmış oluyor bize...

Özetlemeye çalıştığım bu röportaj, bana oyuncak seçimi, evdeki oyuncakların düzenlenmesi ve Çınar'ın ilgisini yönlendirmekle ilgil çok güzel fikirler verdi! Umarım, benim de size bir yararım olmuştur. Yine de, geniş bir zamanınızda, yazının tamamını okumanızı öneririm!

Bol oyunlu günler!

14 Ekim 2010 Perşembe

Algı

Aslında karşımızdakini, kendini anlattığı kadarıyla bilebiliyoruz, değil mi?




Mesela, iş çıkışı eve gelince, resimdeki bu kekleri yaptım diye, Nurturia'daki arkadaşlarım çok hamarat olduğumu düşündüler. Şimdi, ailemdekiler bu kısmı okuyunca, muhtemelen gülme krizine girecekler... Başak ve hamaratlık! Hadi canım sen de!

Bütün hayatımız böyle geçiyor aslında. Çoğumuz birbirimizi, çocuklarımızı "yazdıklarımız kadar" tanıyoruz. Peki ne kadarı doğru? Hepsi doğru olsa bile, biz ne kadarını yazıyoruz?

Dün akşam bunları düşündüm ve aylar aylar önce, blogları okuyup okuyup Çınar'a, kendime, anneliğime sardığım zamanlar aklıma geldi. Düşündüm; önce üzüldüm. Sonra güldüm!

Gerçekten, büyüyen yalnızca çocuklar değil; biz de onlarla birlikte büyüyoruz, olgunlaşıyoruz. Bazen de onlar gibi çocuk oluyoruz. Kimi zaman yalnızca "çocukça" davranıyoruz. Bu, bazen iyi, bazen kötü.

Bütün mesele, içindeki çocuğu kaybetmeden olgunlaşabilmekte sanırım. Bunun farkında olarak büyümek, çocuğumu da büyütmek, bundan sonraki amacım.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Gerçek Reklamlar...

Füsun'un blogunda gördüm tesadüfen, kimse beni "sobe"lememiş; ama, kendim merak ettim ve baktım. Neye baktın, derseniz, Blogger'ın yeni hizmeti "İstatistikler" kısmındaki en çok okunan 5 yazıma (başkalarını bilmem, ama bence epey bir okunmuşlar, gözlerinize sağlık)!

İşte Minik Adam'ın Maceraları Top-5 Listesi:

1- Mahallenin En Mutlu Yumurcağı: Aslında bu övgüyü Özge hak ediyor, çünkü onun Harvey Karp semineriyle ilgili yazısını aktarmıştım buraya... ellerine sağlık arkadaşım!

2- Minik Adamın Yemekleri: Ah Türk anneleri, ah Türk anneleri... Onlar yedikçe biz doyuyoruz ama, değil mi?

3- Minik Adam'ın İlk Yılı: Bu poster çalışması nedeniyle ben de kendimi bir kez daha buradan tebrik etmek istiyorum. Hazırlarken çok eğlenmiştim... gelin görün ki, orijinal (power point halini) kaybettim... hükümsüzdür!

4- Krizsavar: Evde "cücelerle" yaşanan krizleri önlemek/hafif atlatmak için Nurturia'daki yazışmalarımızdan derlediğim bu post, benim de buzdolabımın üstünü süslüyor!

5- Yuva Notları -II: Çınar'a yuva seçerken yaşadığımız deneyimleri yazmıştım. Bu da her anne/babanın ortak endişesi olduğu için, epey bir okunmuş...

Bu hafta en çok okunanlara baktığımda ise, tabii ki ilk iki sırayı "İki Yaşındaki Çocuğunuz Büyürken (Giriş ve 1)" almış. İlk listeden hala ilk 5'te olan ise, Minik Adam'ın İlk Yılı. Ama tahminim, "İKi Yaşındaki Çocuğunuz Büyürken" serisi, bir süre sonra bütün TOP-5'i ele geçirecek.

Okuyan herkese teşekkürler, sevgiler!!!

Kimleri mi sobeliyorum? YavruSu, Günün Çorbası, Hülya'nın Tunası, Cafe Anneyazar, Toprak Büyürken... ama benim gibi "aa, ben yokum ama ben de yazacağım" diyen tüm blogcu arkadaşlarımın en çok okunan yazılarına da keyifle bakacağım, eminim!

8 Ekim 2010 Cuma

İKİ YAŞINDAKİ ÇOCUĞUNUZ BÜYÜRKEN -1

Bu yazı neden var bilmek isterseniz, tıklayın.

--------

Bu yazıdaki bütün alıntılar için kaynak: O'Connell, D. İki Yaşındaki Çocuğunuz Büyürken. Beyaz Balina Yayınları, İstanbul, 2003.

BÖLÜM-1: GİTMEME İZİN VER (BENİ SIMSIKI TUT)!

Bu bölüm, aslında bu yaş duygularının temelini oluşturan özgürlük sorgulaması hakkında. Çocuğumuzun gelişen fiziksel özellikleri, onlarda sonsuz bir özgürlük duygusunun gelişmesine neden oluyormuş. Yani, hava 30 derece iken yün bere giyip sokağa fırlamak istemesi ve bunun gibi bizim "anlamlandıramadığımız" bir sürü davranışının ardında, sınırlarını denemesi yatıyormuş. Bu konuda yazar diyor ki:

"[Bunları] kelimelerle ifade edemese de, duyguları şu şekilde özetlenebilir: "Ben dünyanın hakimiyim!". Sizi reddetmeye çalışmaz. Sizden sadece, herşeyin merkezi olan, onun bakış açısını paylaşmanızı ister. Bu kocaman benmerkezcilik aslında iyi bir şeydir. Bu, çocuğunuzun kendi tercihleri ve istekleri olan bir birey olma düşüncesi geliştirdiği anlamına gelir."

Kısacası, "offf, ne kadar abuk subuk şeyler yapmak istiyor" diye düşünmek yerine, sevinmemiz gerekiyormuş. Bu iyi! Bir iyi haber de, aslında bu yaptıklarıyla "sana-karşı-ben" demek istemiyormuş; yalnızca kendini sınıyormuş! Yani, biraz zorlanacağız, orası kesin; ama, sonucu, sınırlarını bilen, kendine güvenen bir çocuk olacak!

Yine, bu yaşla birlikte keşfettikleri, bizim "neden bu çocuk herşeye 'benim' demeye başladı, paylaşmayı bilmeyen bir çocuk mu olacak" diye kaygılandığımız "aidiyet" duygusuyla ilgili de şöyle diyor yazar:

""Bu benim!" İki yaşındaki çocuğunuzun pek çok kullanacağı bu ifade, etrafındaki şeyler hakkında hissettiklerinin bir özetidir. [...] temel kuralları yerleştirmede kullandığı yoldur: "Seninle oynamak istiyorum, ama öncelikle bu bebeğin benim olduğunu bilmelisin ve eğer onu benden almaya çalışırsan çok üzülürüm." Oyuncaklarıyla kendi başına oynamak istemez, ama kullanma kontrolünün kendisine olması onun için önemlidir."

Kısacası, korkmaya gerek yok! Bencil falan değil çocuğumuz; biz, doğru şekilde yönlendirdiğimiz sürece de olmayacak. Yalnızca, kendini yeteri kadar ifade edemiyor, o kadar!
 
Tabii bir de "hayır" konusu var: iki yaşındaki çocukların en sevdiği kelime olduğunu söylüyor yazar -ve aslınd çoğu zaman ters bir şekilde kullandıklarını! Hayır kelimesi, kim oldukların göstermek için en etkili yolmuş! Yazar diyor ki:
 
""Parka gitmek ister misin?" diye sorduğunuzda ve iki yaşındaki çocuğunuz kesin bir dille "Hayır!" ile yanıt verdiğinde, "Şey, evet, parka gitmeyi çok isterim, ama şu anda oyuncaklarımla oynuyorum ve çok eğleniyorum ve bırakmak istemiyorum. Şu kırmızı legoyu şu boşluktan soktuğumda ne olduğunu görmeme izin ver. Sonra parka gitme konusunu konuşalım" anlamına gelebilir."
 
Yani, hayır illa "hayır" anlamına gelmiyormuş. Artık, deneye yanıla anlayacağız dertlerini. Kendilerini bu kadar mükemmel cümlelerle ifade edemedikleri için de hırçınlaşabiliyorlarmış.
 
Peki, son zamanlarda size birden bire sıkı sıkı sarılmaya, yapışmaya başladı mı? Çınar yapıyor! Ve ben çok şaşırıyor-dum! Yani, büyüdü artık, aşsın bu anne düşkünlüğünü diye düşünüyordum ki şu paragrafla karşılaştım:
 
"İstediği herşeyi yapamayacağını anlaması kendisini güvensiz ve olduğundan daha aciz hissetmesine neden olur. Ayrıca, sizden ayrı bir kişilik oluşturmaya başladıkça, yavaş yavaş ebeveynlerinin ondan ayrı bir birey olduklarını ve onu içermeyen bir ilişkileri de olduğunu fark etmeye başlar. Bu fark ediş kendini güvensiz hissetmesine ve her zaman onun için orada olmayacağınızı düşünüp endişelenmesine neden olur. Birdenbire size sıkı sıkı sarılmaya, gideceğinizden ve geri dönmeyeceğinizden korkmaya başlar. Hala, sizinle paylaştığı güçlü bağın sonsuza kadar süreceğini bilmeye yoğun bir şekilde emin olma ihtiyacı duyar."
 
Meali şu: çocuğunuza sıkı sıkı sarılın! O hala sizin bebeğiniz!

Başak ve Çınar, 26 Eylül 2010
 
Bu bölümde son olarak, çocuğunuzun özgürlüğünü geliştirmek için yapmanız önerdiği ufak tüyolar veriyor yazar. Anahtar nokta, çok fazla "dikkatli ol" deyip "doğuştan gelen maceracı ruhunu köreltmemek ve kanatlarını test etmesini engellememek"!
 
1- Çocuğunuzun tercihlerini sınırlayın: İki yaşındakiler onlara snırlı seçenekler sunulduğunda karar vermeyle başa çıkabilirlermiş. İki şeyden birini seçmesini istediğimiz zaman, kontrolun kendisinde olduğunu hissederlermiş. Tabii burada anahtar, yapabileceğiniz seçenekleri sunmak!
 
2- Çocuğunuzun tercihlerini eleştirmekten kaçının!
 
3- Küçük şeyleri yapmasına izin verin: "Örneğin, yemek masasında güneş gözlüğünü takmakta ısrar ediyorsa, kendinize bunun savaşmaya değip değmeyeceğini sorun."
 
4- Çocuğunuza ufak meselelerde sorumluluk verin.
 
5- Önemli olaylarda çocuğunuzun lider olmasına izin verin: Ona bir şeyin doğru yolunu anlatmaktan ya da istemediği halde yardım etmekten kaçınmak gerekirmiş. Rehberlik etmek, problemi çözme konusunda -isterse yardım etmek (ama çözmemek) en iyisiymiş.
 
6- Sadece sonuçları değil, çocuğunuzun yöntemlerini de alkışlayın: Neyi doğru yapıyorsa, o durum üstüne odaklanmak, çocuğu cesaretlendiriyormuş.
 
7- Sınırlar koyun: "Çocuğunuzun davranışlarınıza getireceğiniz sınırlamalar, ona güvenli ve sosyal olarak kabul edilebilir bir şekilde keşifler yapma özgürlüğü sağlar."
 
BÖLÜM-2: BENİ DİNLE!
 
Dil gelişimiyle ilgili bu bölüm, çoğunlukla ikinci doğumgünlerinde çocukların dil gelişimlerinin ortaya çıkmaya başladığını söyleyerek başlıyor (hani benim gibi konuşsun diye acele edeniniz varsa, normali buymuş). Ve herkesi bezdiren "Neden?" ya da "Bu ne?" gibi soruların amacını açıklayarak devam ediyor:

"[Çocuğunuz] çoğunlukla konuşmaya "neden?" diye sorarak başlayacaktır. Bunun sebebi, bir şey hakkında tam bir açıklama istemesinden çok, "neden?" diye sorduğunda, sizin onunla konuşmaya başlayacağınızı bilmesidir!"
""Neden?" aynı zamanda "nasıl", "ne", ya da "ne zaman" anlamlarına gelebilir. "Neden" diye sormak, iki yaşındaki bir çocuğun dünya hakkında daha çok şey öğrenmeye çalışmasının en iyi aracıdır. [...] Size "neden" diye tekrar tekrar sormak, sizin onunla konuşmaya devam etmenizi sağlamak için bir yoldur."
Yani, biz onları çözmeye çalışaduralım, onlar bizi çözmüşler bile!

"Neden" sorularıyla ilgili, 3. Bölüm'den bir kısa not: "Çocuğunuzun "neden" sorularına kusurusuz açıklama isteğiyle bakmak yerine, onların siz ve çocuğunuz arasındaki konuşma için bir basamak olduğunu düşünün."

Komik ya da yanlış söyledikleri kelimeler, ya da yanlış kullandıkları kalıplar için, onları düzelmeye çalışmamamızı, yalnızca, doğru kullanımı için model olmayı sürdürmemizi öneriyor. Sık ve doğal bir biçimde öocukla konuşmak, sevdiği konuşmaların içine onu dahil etmek, düşünce ve duygularını en iyi şekilde ifade etmesine yardımcı oluyormuş. Yazarın bu konuda bir de uyarısı var:

"Eğer çocuğunuz, uzun süreli periyotlarla onu belirli konuşmaların içine katmayan, ya da ona özgü bir şekilde konuşmayan ve ileişim kurmak için el kol hareketleri ya da zayıf dil yapıları kullanan başka birine bırakılıyorsa, çocuğunuzun dil gelişimi sürekli bir biçimde gerileyebilir."

Siz de katılırsınız sanıyorum, bu çok önemli bir uyarı!

Konuşabilen ve aslında kendisini gayet iyi ifade ettiğini düşündüğünüz çocuğunuzun ağlama krizlerine girmesine, size birden "senden nefret ediyorum" demesine şaşırıyor ve üzülüyorsanız, az sonra okuyacaklarınız sizi rahatlatabilir. Aslında, her ne kadar "kendini çok iyi ifade edebildiğini ve konuşabildiğini" düşünseniz de, çok heyecanlandıklarında, çok mutlu olduklarında ya da çok üzüldüklerinde -kısacası duygusal olarak onları zorlayan durumlarda- "kelimeyi dışarı çıkarmak" konusunda zorlanabiliyorlarmış.  

"Duygusal açıdan [bu şekilde] bir uç noktada olduğunda, kendini ifade etme zorluğunun nedeni [...] duygularını ifade edebilecek uygun kelimeleri bulma zorluğudur. Sonuç olarak, en kolay şekilde çıkan olumsuz ifadeye kilitlenebilir ve "bu durumdan hoşlanmadım" yerine "senden nefret ediyorum" şeklindeki bir cümleyi ağzından kaçırabilir."

"Kendini ifade edecek sözcüklere sahip olmadığını anladığında kendini o kadar sınırlandırılmış hisseder ki, sorununu basit bir şekilde ağlayarak çözer."

Dil gelişimiyle ilgili önemli bulduğum bir tablo var kitapta.


Bu "tilki" muhabbeti bizim evde çok yaşanır... kim bilir yavrum aklından neler geçiriyordur! Pek çok kez bizi hiç umursamayıp yanıt vermemesine şaşmamalı!

Kısacası, aşağıdaki videodaki gibi yapmayın :) (NOT: Çouğu daha da bunalttığımız videolar da ver elimde ama vimeoya yüklememişim... bu yine en iyisi!)


ÖRDET Bölüm-2 (kısa) from Basak Celik on Vimeo.


Yine bu bölüm, iletişime yardımcı olacak önerilerle noktalanıyor:

1- Karşılıklı konuşmak için fırsatları kollayın.

2- İletişim ve ifade içeren oyunlar oynayın.

3- Düzenli olarak sesli okuyun.

4- Birlikte şarkılar söyleyin.

5- Bir sürü soru sorun: Örneğin, çocuğumuz bize "topu attım" dediğinde "ne çeşit bir toptu, ne renkti, ne kadar uzağa attın, düştüğünde nasıl bir ses çıkardı?" gibi çeşitlemeler yapabilirmişiz.

6- İyi bir dinleyici olun.

7- Hareketlerinizi anlatın.

8- Daha karmaşık cümleler kullanın: Örneğin "Bak, kedi" dediğinde "evet, tekir bir kedi" demek işe yararmış.

9- Özel konuşma zamanları yaratın.

10- Dili eğlenceli hale getirin.

11- Dil gelişimini destekleyecek oyunlar arayın: Taklit oyuncakları, çiftlik seti, mutfak oyunu, yemek oyuncakları ile inandırıcı senaryolar yaratılabilir, konuşma için uygun ortam yaratılabilirmiş.

BÖLÜM-3: ÖĞRENMEMİ İZLE!

Dünyadaki herşeyi keşfetmek isteyen çocuğumuzun zihin gelişimi hepimiz için çok önemli, değil mi? O artık, eline geçirdiği şeyin işlevini "sorgulayabilen" bir varlık! Herşeyi bilmek, görmek ve deneyimlemek istiyor. İlginç nokta, yeni şeyler keşfettikçe, çocuğumuzun içinde yaşmının belirli bir düzen içinde yürümesi için şiddetli bir istek uyandığını okumam oldu! Evet, düzenin çocuklar için çok önemli olduğunu biliyordum, ama bakın neden öyleymiş:

"[...] Bu yüzden adet ve alışkanlıklar bu kadar önemlidir; onlar, çocuğun bilgiyi "yerleştirmesi"ne, tahmin edilebilirliğin ve zihinsel enerjisinin korunmasına yardım eder. Her gün, herşeyin onun için yeni olduğunu hayal edin, duygusal yoğunluktan dolayı yorgun düşecektir! Diğer taraftan düzenli bir hayat, onun enerjisini korumasını ve öğreneceği şeylerin çoğalmasını sağlar."

Yani, hayatı düzenli oldukça, zihni yeni öğreneceği şeyler için daha dinlenmiş oluyormuş! Bunu akılda tutmak lazım!

Bir de, zaman kavramı var. Dün/bugün/yarın/bir saat içinde gibi kavramları anlayamasalar da, yemekten sonra, uykudan önce gibi kavramları anlayabiliyorlarmış (özellikle de, düzenli bir yaşamları varsa). Dolayısıyla, zaman kavramı olarak bu kalıpları kullanabilirmişiz.

Matenatik ve sayı saymayla ilgili de çocuklara çok yükleniyoruz, değil mi? Özellikle ağzıdan dökülen ilk "üüüç, dööö, beeee" ile kendimizden geçip hemen 10'a kadar da saysın istiyoruz! Halbuki, iki yaşındaki çoğu çocuk bir ve iki arasındaki anlam farkını anlar; ancak, üç onlar için yakalaması zor bir anlam taşırmış. Yani, 10'a, 20'ye hatta 100'e kadar sayan çocuklarından yaptığı şey ezbermiş (tabii ki hafıza açısından, takdir edilmesi gereken bir durum... ama matematiksel olarak çok anlamlı değilmiş).

Pek çok anneden duyduğum (ve zaman zaman da katıldığım) "aynı kitabı onlarca kez okumaktan fenalık geldi" cümlesine karşı, şu okuduğum satırlar bana oldukça ilginç geldi:

"Karşılaşılan günlük yeni bilgilrin saldırısına karşı, küçük tekrarlar yapmanın çocuğunuzun rahat etmesi için bir kaynak olduğunu akılda tutmak size yardımcı olabilir."

Yani, bize eziyet olsun diye yapmıyorlar... aslında, biz anlayamasak da, çok mükemmel işleyen bir mekanizmaları var!


Çınar keşif yapıyor (19 aylık)

Bir dönem -Çınar 16-17 aylıkken- "Çınar'a aktivite yaptırmaya" kafayı takmıştım! Hatta, tabiri caizse, kafayı bununla bozmuştum, diyebilirim! Neyse sonra silkelendim ve kendime geldim... O zamandan beri de, evde yalnızca Çınar'ın istediği gibi azıp coşuyoruz, sarılıyoruz, öpüşüyoruz, sevişiyoruz! Bu yüzden, şu okuduğum cümleye bayıldım!

"Çocuğunuza "öğretici" oyuncaklar sağlamak ya da oyun zamanlarını, öğrenme deneyimi haline getirmek gerektiğini düşünebilirsiniz. Rahatlayın! Çocuğunuz öğrenmesi gereken herşeyi, siz ona uyarıcı ve sevgi dolu ortam sağladığınız sürece öğrenecektir. Hatta, "öğrenmeye" zorlamaya çalışmak, çocuğunuzun üzerinde ters etki yaratabilir."

Peki, "rahat" olarak çocuğumuzun büyümesine, keşiflerine nasıl katkıda bulunabiliriz, diye sorarsanız, işte yolları:

1- Pek çok oyun sahası yaratan oyuncaklar arayın: hayvanların olduğu ahır, set şeklindeki oyunlar, vb.

2- Çocuğunuza yaratıcılık konusunda ilham veren materyaller sağlayın: kağıt havlu ruloları, plastik kutular gibi basit ev eşyaları.

3- Çocuğunuza bir şeyin "doğru" yolunu göstermekten kaçının! İlk defa karşılaştığı bir oyuncakla nasıl oynayacağını göstermek normaldir. Bundan sonra, bırakın canı nasıl isterse öyle oynasın...

4- Çocuğunuzun hayal oyununa destek olun.

5- Oyunları sayarken çocuğunuza katılın.

6- Günlük ev işlerini ve alışkanlıkları, öğrenme olanağı olarak kullanın.

7- Okuma zamanlarını çocuğunuz için eğlenceli hale getirin: okumanızı istediği kitapları seçmesine izin verin; okuma zamanlarını ders haline getirmeyin...

8- Oyun fırsatlarında dengeyi sağlayın: (burayı çok önemli buldum)

"Çocuğunuz çoğunlukla eve bağımlıysa, bakım evinde hatta kendi evinizde, bunu dışarıdaki oyunla dengelediğine emin olun. [...] Ve eğer çocuğunuz, günün büyük bir bölümünde diğer çocuklarla birlikteyse, sessiz ve yansıtıcı zamanlar için fırsat kollayın. Çocuğunuzun evde geçirdiği zamanla, dışarıdaki maceraları ne kadar dengelenirse, çocuğunuzun daha çok ilgi duymasını ve dünya ve kendisiyle ilgili daha çok şey öğrenmesini sağlamış olursunuz."

Tekerlek

(Kitap notlarını yazmaya devam edeceğim; ama, önce reklamlar...)

Çınar'ın "yere yatarak araba/bavuu sürmesi" ve "yoldaki bavuuların tekerleklerine çömelip çömelip bakması" meşhurdur. Ev/havuz/park/AVM/okkul... kısacası mekan ayırd etmez, yatar yere, dakikalarca arabayı sürer, tekerleklerine bakar... bakaaar... bakaaaar...

Hatta Damla, Sapanca'da "hipnotize olmuş gibi bakıyordu tekerleğin dönüşüne, fille taciz edeyim dedim, başaramadım" demişti.

Ben ise, Çınar'ın yalnızca tekerleklerle ilgilenmesi yüzünden epeyce bir endişelenmiş, evde "benden başka kimse bu çocuk için endişelenmiyor, kimse gelişimiyle ilgilenmiyor" diye hır çıkarmış ve hatta o "bavuu"ların hepsini fırlatıp atmayı bile düşünmüştüm (ara ara geliyorlar bana, evet...).



Ama geçenlerde ilginç bir şey oldu. Arabada giderken yanımızdan bir otobüs geçti. Çınar önce heyecanla "öbböööö, büyüüüttt!! (otobüs, büyük)" dedi, sonra da "teteeeleee" deyip kendi ayaklarını gösterdi!!!
Ayak-tekerlek bağlantısını kurduğuna da, bunu algılayacak kadar büyümüş olduğuna da inanamadım! Ama tekrar tekrar aynı şeyi yapıp söyleyince, ikna oldum...

Demek ki, çocukların yaptıkları herşeyin, onlar için bir amacı varmış...

Aslında oynadıkları her oyun, yeni bir şey öğrenmelerini sağlıyormuş.

Ve çocuğum boşuna saatlerce tekerlekleri incelemiyormuş!

En önemli çıkarım da, annesi biraz daha soğukkanlı ve daha az takıntılı olmalıymış!

6 Ekim 2010 Çarşamba

İKİ YAŞINDAKİ ÇOCUĞUNUZ BÜYÜRKEN -Giriş

Bundan bir ay önce, Arca tatlısının annesi sevgili Yeliz sayesinde şahane bir kitapla tanıştım! "Çocuk bakımı/eğitimi" kitaplarına küsmüşken, Yeliz'in yazısından (postun en sonundaki kiap tavsiyelerine bakınız) etkilenip almaya karar verdim -iyi ki de öyle yapmışım! Uzun süre okunmayı bekledi kitap; Çınar'ın iki yaşını doldurmasıyla elime alabildim! Geç kalmamışım, tam vaktinde olmuş hatta, dedim kendi kendime... ve her okuduğumda Yeliz'e teşekkür ettim, ediyorum!

"İki Yaşındaki Çocuğunuz Büyürken" asla bir "hap formül" kitabı değil. Öneriler sunuyor, ama daha çok yaptığı, dünyaya çocuğunuzun gözünden bakmanızı sağlamak ve "belalı/berbat iki" diye sınıflandırılan davranışların aslında ne demek olduğunu çözmenize (ve dolayısıyla bunları hoşgörmenize) yardımcı olmak!

Zaten önsözü şöyle başlıyor:

"Eğlencenin, merakın ve sevginin anası iki yaş iken, hala neden bu döneme "berbat ikiler" dendiğini anlamaya çalışıyorum. Ben onu "mükemmel ikiler" diye yeniden adlandırmayı tercih ederim. İki heyecan verici bir yaştır. Birdenbire, gün ve gece boyunca ihtiyaçları sizin tarafınızdan karşılanan o bebek, gerçek, küçük bir insana dönüşmüştür -düşünceleri, fikirleri ve kendi istekleri olan bir birey-."
Kitabın açılış cümlesi bana kendimi çok iyi hissettirdi. Bir şeyin, insanlar onu öyle etiketliyor diye, ille de kötü olmaması gerektiğini hep düşünmüşümdür; ama, bu iki yaştan ben de korkuyordum açıkçası! Ve tek bir cümleyle, korkumun yerini neşe aldı. Çünkü ben de, Çınar 2 yaşını doldurduğundan beri, aynen bu cümlede yazan şeyleri hissediyordum. Demek ki, o kadar da naif değildim!

Bu ilk cümleyi okuduğumdan beri aklımdaki şeylerden biri bu kitabı sizinle paylaşmak. Notlar ala ala okuyorum, henüz bitirmiş değilim; yarıladım sayılır! Ama bölüm bölüm, aldığım notları buradan paylaşmak istiyorum. Biraz da işe yarasın bu blog, değil mi?

Bu, aslında bir giriş yazısı. Notlarımı daha sonra aktarmaya başlayacağım (bloga heyecan katmaya çalışıyorum şu an!)... arkası yarın!

Hem sorarım size, iki yaşında ama hiç "terrible" bir hali var mı oğlumun?

 
-------------------------

Bu yazıdaki bütün alıntılar için kaynak: O'Connell, D. İki Yaşındaki Çocuğunuz Büyürken. Beyaz Balina Yayınları, İstanbul, 2003.

4 Ekim 2010 Pazartesi

İki Yaşa İki Doğumgünü

Aslında 3 (bakınız aşağıdaki video)... ama o pasta aslında daha çok Sıla'ya olduğu için, resmi olarak iki diyorum, ve siz videoyu izledikten sonra anlatmaya başlıyorum:


İyi Ki Doğdunuz Sıla ve Çınar! from Basak Celik on Vimeo.

Eylül sonu için Nurturia'da Sapanca organizasyonu yapılırken, aklımda tek bir şey vardı: Minik adamın doğumgününü Sapanca'da, o güzel göle karşı, bir sürü arkadaşıyla kutlayabilmek! Kalbim temizmiş -ya da, her zamanki gibi Çınar'ımın kısmeti (maşallah), şahane bir organizasyon yapıldı Sapanca için (ellerine sağlık Ayça). Hem de geçen seferkinden biraz daha fazla katılımla. Ve hava da çok güzeldi. Resmen sıcaktı ve bütün hafta süren yağmur endişelerimiz, hava durumu kontrollerimiz neyse ki boşa çıkmıştı!

Doğumgününden önce kısa bir Sapanca notu: herkesle yeniden bir arada olmak, özlediğim canım anneleri görmek, ne zamandır yazıştığım ama bir türlü tanışamadığım annelerle buluşmak, yavruların hepsi ama hepsi, herşey, harikaydı! Göl, Haziran başına göre epey çekilmişti, iskeleden ayaklarımızı göle sokamadık; ama, kurbağaları görebildik. Çocuklar yine çocuk bahçesinin ve çimlerin tadını çıkarabildiler. Çınar herkesten "durulmuş" iltifatı aldı! Bu sefer iskele ekibinde biz de vardık, daha ne olsun! Hem durulmuş, hem de büyümüş oğlum... Her anı keyif doluydu; ama, en çok güldüğüm an, Çınar'a arkadaşını gösterip "bak Çınar, Güneş de burada" dediğimde "ü-üüüü" diye horoz gibi ötmesiydi!!! Şartlanmış yavrum!

Seneye bahar aylarını zor bekliyorum yeni bir organizasyon için. Sizi de minik bir fotoğraf ve bir videoyla başbaşa bırakıyorum... (Daha uzun, tatlı ve ayrıntılı bir Sapanca yazısı için, Defne Yaprağı'na bir göz atın!)



Sapanca from Basak Celik on Vimeo.

Gelelim doğumgününe...

Yukarıda gördüğünüz muhteşem ortamda muhteşem bir doğumgünü kutlaması yapıldı oğluma! Kocaman "bavuu"lu bir pasta hazırlattık ÇınÇın için (Carnavale Pastanesi'ne teşekkürler). Doğumgününe katılan arkadaşlarına hediye etmek için de minik hediye çantaları hazırladım. İçlerine minik birer bavuu, balonlar ve Başak yapımı pekmezli bisküvi koyduk. Ve yanımıza, Yasemin Teyze'sinin Çınar'ın doğumgünü için hazırladığı nefis Çınar yapraklı ve "bavuu"lu kurabiyeleri de aldık (eğer siz de böyle nefis, butik kurabiyeleriniz olsun istiyorsanız, Kek Dekor'u ziyaret etmenizi şiddetle öneririm! Üstelik tatları, görünüşlerinden bile güzel -yemeye kıyabilirseniz!).



Geçen sene ne mumdan ne pastadan anlayan oğlum, büyük bir keyifle "iyi ki doğdun" şarkısıyla el çırptı, defalarca mumlarını üfledi, neşeyle hediyelerini açtı! Ah, evet, bir de, pastanın üzerindeki beton mikseri yüzünden sanırım, pastayı yalamaya çalıştı!!!

Doğumgününü bilen arkadaşlarımız, bizi mahcup edip, şahane hediyeler getirmişlerdi minik adama!  Sayelerinde birbirinden şık kıyafetlerimiz, iç çamaşırlarımız (tuvalet eğitimine ilk adım?), okunacak biir sürü yeni kitabımız ve oynayacak bir dolu "bavuu"muz oldu!! Canım Özge'min, hasta Aylin'ini kapıp minik adamın doğumgününe yetişmesi de bizi ayrıca duygulandırdı...

Herkese yeniden, kocaman teşekkürler! Aslında, bu mumları sizinle birlikte üflemek, bizim için en güzel hediyeydi!!!


(Fotoğraflar için Atakan, Yekta ve Pınar'a teşekkürler...)

Sapanca'da 2 gün erken doğumgünü kutladıktan sonra, tam gününde de okkulda bir parti yaptılar Çınar'a. Biz yalnızca pastamızı götürdük, kalan herşeyi Binbir Çiçek hazırladı! Öğleden sonra anneanne, babaanne, dedeler, anne ve baba olarak okkula geldik. Çınar herkesi bir arada görünce, sevinçten uçacaktı neredeyse! Sınıfı çok güzel hazırlamışlardı: balonlar, 7 cüceler için bir masa, süslenmiş sandalyeler, müzik...

Pastanın mumlarını üflemeden önce, minik bir Montessori seremonisi yaptık -aslında, yapmaya çalıştık! Çemberin etrafına çocuklar ve öğretmenler dizildiler, Selin Hanım bir şarkı söyledi ve sonra ortaya Güneş'i temsil eden kocaman sarı bir top koydular. Çınar'ın eline de bir Dünya maketi verdiler. Ve fakat yavrum, Dünya'yı top sanıp yere fırlatınca sanıyoruz ki Maria Montessori'nin kemikleri sızlamıştır! Neyse, Hilal Hanım ve Çınar, Güneş'in çevresinde Dünya ile döndüler. Ama yılı tamamlayamadan Çınar sınıftan kaçtı! Kendisini yakalamak mümkün olmayınca, 1 yılı temsil eden turu babası tamamladı. Aslında, çok keyifli olacakmış. Çünkü turdan önce Selin Hanım "Çınar 1 yaşında yürüyebiliyor muydu, konuşabiliyor muydu, kendisi yemek yiyebiliyor muydu?" gibi gelişimiyle ilgili sorular sordu, biz yanıtladık. Turdan sonra da "Çınar artık yürüyebiliyor, konuşabiliyor, kendisi yemek yiyebiliyor" gibi ne kadar yol aldığını anlatan ufak bilgiler verdi bize... bu sırada sevgili Çınar, masanın başına oturmuş, pastanın gelmesini bekliyordu (umarım seneye Dünya'yı Güneş etrafında tur atmaya ikna edebiliriz).



Ve sonunda Çınar'ın beklediği an geldi... Pasta geldi, mumlar üflendi, iyi ki doğdun şarkısı söylendi! Minik cüceler masanın etrafına dizilip pastalarını yediler, meyve sularını içtiler. Sonra da neşeyle çalan müziğe eşlik ettiler, balonlarla oynadılar! Bir ara Çınar ve arkadaşı Ezgi sarmaş dolaş oldular. Sevgi kelebekleri! Ezgi, Çınar'ın Haziran'dan beri arkadaşı, ikisi de tam gün gelen "bebek"lerden. Fark ettik ki, epey kanka olmuşlar...



Çocuklar iyice kurtlarını döktükten sonra, minik adamı da alıp evimize geldik... ve o akşam, Çınar kendince bize günü anlatırken, Ahmet'le ne kadar şanslı olduğumuzu ve aslında 2 yaşın -kitapta da yazdığı gibi- hiç de "belalı" olmadığını, aksine çook ama çok eğlenceli olduğunu düşündük!


Bir kez daha, iyi ki doğdun canımız! Seni çoook seviyoruz!


Üyeleri Nurturia'yı Anlatıyor!

Çok yazdım Nurturia hakkında, neredeyse her yazımda bu şahane siteye bir link var! Ama gelin bir de, üyelerin ağzından dinleyin (ellerine sağlık Damla):


Üyeleri Nurturia'yı anlatıyor from Nurturia Türkiye on Vimeo.

Hala üye olmadınız mı? Daha ne duruyorsunuz?

Orada görüşmek üzere...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Eziyeti Bana Mı?

Bu yazıyı daha önce yazmaya niyetlenmiştim; ama, tatil dönüşü, Sapanca, doğumgünü derken unutmuşum... Oğlumun ayrı anne ikizinin annesi canım Nil'imin şu yazısından sonra hatırladım... İlham ve hatırlatma için teşekkürler Nil'cim :)

(Not: Sapanca'yı ve doğumgününü de yazacağım en kısa zamanda, sırayla gitmeye çalışıyorum...)

-------------

Biz, Eylül ortasında, ilk defa veli toplantısına gittik Ahmet'le! Anne-baba olmuştuk, veli de olduk böylece. Aslında, Binbir Çiçek'in düzenlediği "sene başı, velilerle tanışma toplantısı"ydı. Öyle olduğunu da, arkadaşım Burcu'yla "ay bizim çocuğun durumu nasıl acaba, dersi derste dinliyor mu?" diye kıkırdaşırken, Hilal Hanım'ın da gülerek "sohbetimize" katılmasıyla öğrenmiş olduk (Hayır, ne bekliyorduk gerçekten, bilemiyorum. Bir de, böyle ortamlarda, velilerin çocuklardan daha cıvıtık olması ilginç, değil mi?).

Kısaca toplantıyı anlatmam gerekirse, pastalı, börekli, çörekli ve "oyun"lu bir tanışma toplantısıydı! Hilal Hanım bize oyunlar oynattı (yuvanın havasını solumamız, çocukların neler yaptığını anlamamız içinmiş), ritim öğretmenleri Serkan Bey "müzik" yaptırdı! (Ve bu veli topluluğunun ne müziğe ne ritme karşı zırnık yeteneği olmadığını da böylece keşfetmiş olduk... çocuklarımız da bize çektiyse adamcağıza acırım!). Aralarda Hilal Hanım, yuvanın genel işleyişinden, bu sene yapmayı planladıkları etkinliklerden ve derslerden, anne-baba olarak bizden beklentilerinden bahsetti (biz beklentilerimizi Ekim ayı içinde yapılacak bire-bir veli görüşmelerinde iletecekmişiz). Son derece keyifli bir "buluşma"ydı gerçekten. Ama daha önemlisi, Nil'in yazısının da konusuydu...

Yani, çocukların yuvada farklı, evde farklı davranmaları, evde sürekli "sınır denemeleri" ama yuvada "söz dinlemeleri"... Nil'in yazısı sayesinde, daha uzun yazmama gerek kalmadı! Hilal Hanım'ın dediklerini de özetlemem gerekirse, kısaca şöyle:

"Bizim burada vaktimiz bol olduğu ve vaktimizi kullanma amacımız çocuklar olduğu için her şeyi öğretmek için sınırsız zamanımız var. Yani mesela, ayakkabılarını kendileri giysinler/çıkarsınlar diye 15-20 dakika uğraşabiliyoruz. Diğer herşey için de bu geçerli. Ama evde vakit daha kısıtlı, yapacak daha çok iş var. Ve ayrıca (aynı Nil'in dediği gibi), anneye karşı sonsuz bir ilgi ve güven de var. Dolayısıyla 'evde yemiyor, kreşte yiyor; evde kendi uyumuyor, kreşte uyuyor; evde ayakkabılarını, kıyafetlerini kendi giymiyor, kreşte giyiyor; eziyeti bana mı ya?' diye lütfen düşünmeyin. Bunu dillendirmeyin. Bu yaptıkları da sizinle iletişimlerinin bir yolu. Okul, evden çok farklıdır."

Tamam, hepimiz bunu biliyoruz; ama, net bir şekilde duymak iyi oluyor gerçekten. Aslında çocuklarımız, okkulla evin farkını o kadar güzel ayırd edebiliyorlar ki... hatta bizden bile daha iyi! Yani onlar, nerede nasıl davranacaklarını gayet iyi biliyorlar. Biz de onlardan ne zaman ne beklememiz gerektiğini öğreniyoruz işte...