25 Ağustos 2011 Perşembe

Arkadaşlar İyidir!

15 aylık bir adet, 0-6 ay arası 2 adet ve yaşları 3 ila 4,5 arası değişen 6 adet yavru bir araya gelirse ne olur?


Pekiii, bu tablo insanı ne zaman gülümsetir?

Bu yavruların hepsi yemeklerini güzel güzel yemişlerse...

Bütün yavrular, kavga-gürültü-ağlama olmadan, hiçbir arıza çıkarmadan birlikte keyifle oynamış, yeri geldiğinde annelerin birinin okuduğu kitabı dinlemiş ve yeri geldiğinde de özgürce azmışlarsa...

Anneler masada yemeklerini rahatça yemiş, keyifli bir sohbet eşliğinde çaylarını içmiş ve sonrasında da koltuklara yayılarak sohbete devam etmişlerse...

Herkes gittikten sonra kalan bu ev görüntüsü yalnızca teferruattır :) İnsanı yalnızca gülümsetir!

Sizi seviyoruz, yine gelin!

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Fotoroman: Arkadaşlık, Kankalık, Aşk... Hepsi Burada!










Mekan: Ahlatlıbel, Ankara.
Fotoğraflar için Pınar Kılınç'a teşekkürler :)

İyi ki Dooğduun Çinaay... ve Emooo!!

Dayısı ve Çınar, müthiş komik bir ikili! İkilimizin komikliği, biraz da Çınar'ın dayısını akranı/arkadaşı/kankası gibi görüyor olmasından da kaynaklanıyor aslında. Kimseye yapmadığı tavırları dayısına yapıp, tripleri dayısına atıyor. Bu dünyada, Emo'yu sallamayan -daha doğrusu, sallamıyormuş gibi yapan- tek insan oğlum sanırım. Öyle ki, dayısı "kızıyor gibi yaptığında" bile (Çınar'a gerçekten kızabilmesi Emo için söz konusu değil de ondan), şöyle bir durup "eheheheh" şeklinde gülerek dönüp poposunu gidebiliyor. Biz yapsak, kıyameti koparır halbuki!

Yani, hem arkadaşı, kankası; hem de sevgisinden o kadar emin ki. Dayısının ona karşı olan büyük aşkını o kadar iyi anlamış durumda ki...

Çınar'la birlikte, biz de Emo'yu biraz daha iyi anladık, tanıdık aslında.

Mesela, Çınar'a hamile olduğumu müjdelediğim akşam gözleri dolunca (hatta sevinçten ağlayınca, yazsam mı acaba?), gerçekten ne kadar duygusal olduğunu keşfettik.

Çınar'a, mercimek tanesi halinden itibaren Merco, ÇınÇın, Çınoks, Çınoryon gibi lakaplar da bulunca ne kadar yaratıcı olduğunu keşfettik (Çınar da az değil, dayısından feyz alarak bana "anneyon" demişliği var).

Çalışmadığım ve Çınar'a baktığım dönemde, ben bunalmayayım diye bana yardıma geldiğinde, aslında isterse gayet de güzel sorumluluk alabileceğini keşfettik.

Çınar yürürken düştüğünde canı acımasın diye evin her yerini pamukla kaplatma fikrini duyduğumuzda, ya da annem dershaneden kendisini aradığında telefonu açamadığı için "n'oldu, Çınar'a mı bir şey oldu, Çın'a bir şey olduysa ara!!!" diye panik mesajları attığında ne kadar evhamlı olduğunu keşfettik. (Öyle ki, annem asla kendisinin çocuğuna bakmayacakmış, ben müstakbel hala olarak talibim yalnız!) 

"Abla, o TÜBİTAK'ın Ay'da kitabındaki yalan yanlış bilgileri çocuğa öğretme; bak, Ay'da su da bulunmuş, civa da" diye bana telefon ettiğinde, yaşamındaki kişilerle karşı aslında ne kadar ilgili olduğunu keşfettik.

Ders çalışırken, sabaha karşı yattığında "sabah Çınar uyanınca yanıma gelsin, öpeyim onu yuvaya gitmeden, sonra uyumaya devam edeceğim" dediğinde, ya da askerdeyken, arkadaşı yeğeniyle konuşurken ağladığında, aslında Emo'nun ne kadar kocaman bir yüreği olduğunu keşfettik.

Ve bizim 27 yılda yavaş yavaş anladığımız herşeyi, Çınoryon'umuz 3 yıllık yaşamında o kadar çabuk ve güzel analiz etti ki, dayısı onun için çok özel, çok kıymetli!

Söylememe gerek yok; ama, bizim için de öyle!

İyi ki doğdun Dayıcık, nice mutlu yılları hep coşkuyla kutlaman dileğiyle!


Resmin ve başlığın hikayesi: Doğumgünlerinden artık haberdar olan Çınar, dayısının pastasını da sahiplenir, doğumgününü de. Şöyle ki "Emo da mum üfleyecek mi?" diye sorduğu gibi, pastanın mumlarını üflerken "iyi ki doğdun Çinaaay... ve Emoo" diye şarkı söyler :)) Şarkı için TIK.




15 Ağustos 2011 Pazartesi

İlk Yatılı Macera

Bizim minik adam, cumartesi gecesi ilk kez anneannesinde yatıya kaldı; evet, biz olmadan! Ne zamandır yapmak istediği, ama son anda "anne sen de kaaal, ikimis kalalım anneciiim" diye su koyverdiği bir şeydi. Cumartesi de karar verme süreci biraz sancılı oldu, kimse onu olumlu ya da olumsuz yönlendirmemeye çalıştı. Yalnızca herkes, sabah uyandığında anne-babasının anneannesinin evinde olmayacağını, bu sorun olmayacaksa anneannede kalabileceğini söyledi.

Ve son anda, kapıdan çıkmaya hazırlanırken anneannesinin boynuna sarılarak "evet, kalmak istiyorum, anne-baba gidebilirler" dedi bizim minik adam (artık yalnızca 'adam' mı desem ki?).

Biz babayla, afedersiniz d.t gibi, kaldık kapının diğer tarafında. Bir süre kapıdan içeriyi dinledik, sonra kendimizi yakındaki bir AVM'ye, sonra da bir cafeye attık -hani sorun olursa anında müdahale edebilelim, diye. Halbuki, bir önceki gün daha erken bir saatte anneanneye bırakıp 2-3 saat sürtüp geri gelmiştik ve geldiğimizde pek tabii ki yavru uyumuştu. Bu gecenin tek farkı, sabah uyandığında bizi görmeyecek olmasıydı.

Saat 22:30 gibi aldığımız "kitaplarımızı okuyup uyuduk, sorun yok" mesajıyla rahatladık. Telefonumun sesinin açık olduğunu, sabah gerekirse hemen arabaya atlayıp gelebileceğimi söyleyen bir mesajı da anneanneye gönderdikten sonra, evimizin yolunu tuttuk.

Ahmet'in dediği gibi, Çınar'ın rutininde bir değişiklik olmayacaktı; ama, benim/bizim rutinim(iz)de vardı değişiklik. Odasını, yatağını boş görmek burdu beni. Bir ev 3 kişiyse, 3 kişidir! 3. kişi ne zaman o eve katılmış olursa olsun (daha fazla da dramatikleştirebilirim sanırım; ama yapmayacağım, yapmamaya çalışıyorum :D).

Sabah 8:40'ta da "dışarı gezmeye gidiyoruz, hiç sorun yok" mesajıyla rahatladım... yavruyu almaya da 12'ye doğru gittik, çünkü keyfi gayet yerindeydi. Hatta parkta arkadaşı Daniel ve annesi Sasha ile karşılaşmışlar -yine-, onları eve davet etmişler, yatakta zıplamışlar, eğlenmişler. Hemen gidip de eğlencesini bölmedik. Gittiğimizde de öyle dehşetli bir kavuşma olmadı zaten, hani sarıldık da, fazla da sallamadı minik adam bizi (bozuldum mu ne?).

Bağımsızlaştığı, gerçekten bir insan olmaya başladığı için seviniyorum, hem de çok. Bunu izlemek, hem keyifli hem de gurur verici. Ama işte, artık "minik bebeğim" yok, "minik bir adamım" var gerçekten. Ve büyürken bağımsızlaşma aşaması, sanırım çocuktan çok anne için önemli bir mesele :)

İnsanlar tam da bu anda mı ikinci çocuğu yapıyorlar ne? :)

12 Ağustos 2011 Cuma

O Captain! My Captain!*

(*) Walt Whitman'ın şiiri, Ölü Ozanlar Derneği filminin unutulmaz repliklerinden...


Ölü Ozanlar Derneği gururla sunar...



O artık tercihleri, seçimleri olan bir minik adam. Arkadaşı okula kravat takarak geldiği için ertesi gün giyeceği "kravatlı" kıyafeti seçen, ne kadar muhteşem göründüğünün de farkında olup, giyindikten sonra yarım saat ayna karşısında kendini hayranlıkla izleyen bir minik adam!

Evet, büyüyor. Ve ben de büyümesini hayranlıkla ve mutlulukla izliyorum...


10 Ağustos 2011 Çarşamba

Doğadan Esintiler: Deniz-Çınar-Irmak

Heyecanla beklediğimiz haftasonu geldi, geçti... tadı damağımızda kalan, hiç bitmesin istenen anlar, çocuklarımızın kahkahaları ve bağırışları, özlenenlerle yenilen yemekler, edilen sohbetler, kaldırılan kadehler...

Yeni tanışan iki kuzen, okunan kitaplar, ortak yenen mantı, oyuncak çekişmeleri...


Ve günün sonunda el ele tutuşarak yürüdüklerini gören ana-babalarının pır pır eden yürekleri...


Sonra, bir cimcimeye sürekli sarılan minik eller, "Cana uyudu, Cana aaladı" raporları, "Iıımak 'aalet bişey' diyemiyo, 'ayabee' diyo"lar, "mini mini obögö"ler, parklarda deli gibi koşturmacalar, yerlere yatıp boğuşmacalar...



Sonra... bu üstteki iki haydutun cimcimeye öğrettiği "alamazsın, o beniim"ler!



Aileyle birlikte sohbetler, acelesi olmadan akan, yavaş geçen zamanlar...


yavaş, sakin, dingin... ahh... en çok da bunu özlemişim...




Ve "aile olmanın", "büyük bir aile olmanın" değerini kavramak... mutluluğunu yaşamak, bu şansın farkında olmak...


Ve kıymetini bilerek taçlandırmak o anları, her dakikasını bu öpücüğün tadını hatırladığım gibi hatırlamak...


Somali'de 3 Aç Türk

Banu ile Nurturia'da tanıştım. Ben Çelik'tim, o Özçelik'ti. "Rakip otobüs firması" diye takıldık birbirimize, arkadaş olduk. Tanıdıkça daha çok sevdim onu da, oğlunu da. Ve hüzünlü bir hikayesini öğrendim. Kardeşi Fuat'ın bulunduğu gemi Somali'de korsanlar tarafından kaçırılmıştı ve Fuat'tan, ancak Fuat onu ararsa haber alabiliyordu.

Hep, eğer Emrah'ın başına böyle bir şey gelmiş olsa ne yapardım, diye düşündüm. Düşünmemle nefesimin kesilmesi bir oldu her seferinde. Çok istedim Banu'ya bir şekilde yardım edebilmek; ama, elimiz kolumuz hep bağlıydı.

Şimdi, Banu yapılabilecek bir şeyler buldu. Ben, dilekçeleri ilgili yerlere gönderdim. Lütfen, bir ablaya ve bir anneye yardımcı olmak için, siz de bir ses verin:


İyi şanslar Banu, Fuat'ınıza en kısa sürede kavuşmanız ümidiyle!

9 Ağustos 2011 Salı

Issız Mutfağım

27 yaşıma kadar yemek yapmadım ben! Omlet ve makarnayı saymazsanız. Çok ciddiyim. Annem muhteşem yemek yapar; kayınvalidem de. Evliliğimizin ilk 6 ayında sevgili kocacığımın favori cümlesi şuydu: Başak çok güzel yemek ısıtır! Annelerden gelen yemekleri ısıtmada ve sofraya koymakta gerçekten üstüme yoktu!

Sonra, 27 yaşında Kanada'ya gittim ve 6 ay yalnız yaşadım. İlk gece dank etti; eğer bir insanın açlığa kaç gün dayanabileceğini keşfetmek istemiyorsam, yemek yapmayı öğrenmeliydim. Bu kararım, annemin de teknolojiyle tanışmasına vesile oldu; zira, kendisini MSN başına oturtup, her gece bir yemek tarifi aldım. Özledikçe, aklıma geldikçe değişik tarifler de denemeye başladım. Bir gün oturup MANTI yaptım ben! Videosu bile var; hayır burada paylaşamam. Sonra fark ettim ki, kekler ve kurabiyelerde oldukça iyiyim. Mercimek çorbasında da... ve hatta et yemeklerinde de. Pilavımı yerken parmaklarınızı bile yiyebilirsiniz! Kısacası, aldım başımı gittim!

Tabii Türkiye'ye döndüğümde bu durum en çok Ahmet'in hoşuna gitti. Evde yalnızca yemek ısıtabilen değil, yemek pişirebilen bir eşi vardı artık. Minik adam doğduktan sonra da, evde olduğum için yemek yapabilmeye devam ettim. Özellikle Çınar için lezzetli yemekler yapmak çok keyifliydi! Bu durum, ben çalışmaya başlayana kadar devam etti... sonrasında...

Issız kaldı mutfağım.

Akşam 6'de işten çıkıp eve 7'ye doğru gelebilen ve de kendisini özleyen minik adamın tacizlerinden başını alamayan (ve dahi almak istemeyen) bir insan evladı yemek yapmaya ne ara vakit bulur? Kim yemek yapmayı, bütün gün burnunda tüten bebesiyle oynamaya tercih eder? Sorgulamaya gerek yok, ben etmedim. Yine "Başak çok güzel yemek ısıtır" günlerimize geri döndük.

Ve aklınızda bulunsun, yemek yapmak bisiklete binmeye benzemiyormuş. Yani, bir kez yapmaya başladın mı hatırlarsın falan... öyle değil işte. Yemek yaptıkça ustalaşıyor insan, yapmayı bıraktıkça pas tutuyor, beceriksizleşiyor, en iyi yaptığı şeyi bile eline yüzüne bulaştırıyor. Öyle bisiklete binmek kadar da kolay hatırlayamıyorsun. Evet, hala annem (sağolsun, varolsun) dolabımızı haftalık doldurabiliyor; ama, ben mutfağımı özledim. Keyifli yemekler yapmayı özledim. Bir de, minik adam büyüdükçe, yemek yapmak için daha çok vaktim olduğunu fark ettim. Çünkü artık o odasında oyalanırken yemek yapabiliyorum. Ya da, o da gelip bana "yardım" ediyor, ki etrafın savaş alanına dönmesini umursamazsanız bu hali daha da zevkli (misafir gelecekken ya da aceleniz varken olmayabilir).

Bir de, Çınar'ın da annesi ya da babası gibi "aaa, annemin yemeklerinin üstüne yoktur" diyebilmesini çok arzuladığımı fark ettim. "Yemek işi kadına aittir" diye düşündüğümden değil asla; ama, "anne eli" diye bir şey var, değil mi? Özel bir şey. Bir çocuğun, sizin yaptığınız bir yemeği yedikten sonra "bayılıyorum buna anne, eline sağlık" demesi muhteşem. O kokuyu, o tadı yıllar yıllar geçtikten sonra bile araması muhteşem...

Bir de, kendi yaptığınız yemeğe kurulan sofrayla, hazır gelen yemeği ısıtınca kurulan sofra bir olmuyor. Çınar, güzel sofralarda büyüsün istiyorum. Benim, babasının büyüdüğü gibi sofralarda... yemek ve yemek zamanı, böyle sofralarda keyifli olur çünkü.

Biliyorum ki, hiçbir zaman 3 yıldızlı Michelin şefi, ya da annelerim, tadında yemek yapamayacağım. O ayrı bir ustalık; ama, Çınar benim yemeklerimi sevsin istiyorum! Bunun için de bir yerden başlamam lazım!

Dün akşam başladım ufaktan; hatta Ahmet "Başak aynı anda ne çok şey pişirdin, gözlerim yaşardı" dedi ("ne çok şey"i açmam lazım ki durumumun vehametini anlayın: patlıcankabak-biber kızartma, patates kızartması, köfte, makarna, domates sosu, bir de sarımsaklı yopurt hazırladım... vah bana, vahlar bana). Bugün de, tesadüfen bir yemek blogu buldum. Ofiste kullanmaya kıyamadığım bir "kara kaplı defterim" vardı. Başladım oraya seçtiklerimi yazmaya. Yazdıkça yapasım geldi. Yapasım geldiyse, tamamdır bu iş!

Bekle beni ıssız mutfağım! İçini tıkırdayan tencerelerle doldurmaya geliyorum...

Unsere Groβe Stadt*

*Bizim Büyük Şehrimiz

Bu, Çınar'a İstanbul'dan aldığımız kitabın adı. Irmak'ta görüp vuruldum. Almanca bilip bilmemeniz hiç önemli değil, çünkü...



...içinde yazı yok! Yalnızca muhteşem renklerle çizilmiş çok şeker resimler var... Aynen üstteki fotoğraflarda gördüğünüz gibi. Her bir sayfadan onlarca hikaye çıkarabilirsiniz. Hani öyle "hikaye uydurma" yeteneğinizin olmasına bile gerek yok. Resimler o kadar komik ki, "ne olduğunu anlatsanız bile" çocuğun ilgisini çekiyor. Ve hatta, sizin de hayal gücünüzü çalıştırıyor!

Fiyat olarak, ilk baktığında insana pahalı gibi gelse de, her bir sayfadan anlatılabilecek hikaye sayısı ve hatta çocuğunuzun da resimlerine kendi kendine bakarak hayal gücünü ne kadar çok çalıştırabileceği düşünülürse, bence makul. Hatta, çok da iyi bir hediye fikri olabilir! (Not: Almanya'ya gidip gelen tanıdığınız varsa, bir miktar daha ucuza almak için sipariş verebilirsiniz?)


Bu aslında yedi kitaplık bir seri. Bir tane de, içinde bu yedi kitabın her birinden ikişer sayfa yer alan daha büyük bir koleksiyon kitap var. Bir de bu kitapların "giant book" denilen tarzda, çocuğunuzun boyu kadar olanları var. Ben çok sevdim onları; ama, İstanbul'dan Ankara'ya götürmeye kalkarsam kocamın göstereceği tepkiden korktum :)

Biz Çınar'la çok sevdik bu kitabı, bakıp bakıp hikayeler anlatıyoruz birbirimize. Size de öneririz, iyi eğlenceler!

5 Ağustos 2011 Cuma

Haftasonu Kaçamağı

Evet, hazırlandık; ve akşam uçağa binip İstanbul'a gidiyoruz.

Tam ve yalnızca 2 gün kalacağız İstanbul'da, ama 3 kişi 3 kabin boy çantayla gidiyoruz. Bu sefer çok ümitliydim, çok az eşya alacaktık. Ne oldu da böyle oldu, hiç bilmiyorum :) Yedek kıyafetler, yolda sıkılmasın diye oyuncaklar, kitaplar, vitamindi, fotoğraf makinesiydi derken bu hale gelivermişiz. Ki, gittiğimiz ev çocuklu bir ev! Yani, yanıma "alabileceğim, ama almadığım" daha bir kaç parça eşya da var...

Bir daha kendimi "yanıma çok bir şey almayacağım zaten" diye kandırmayacağım. Kendimi böyle kabul etmeli ve sevmeliyim :)


Dönüşte bunlara bir bavul da fotoğraf ekleyeceğim... neyse ki teknoloji, o bir bavul fotoğrafı minnacık kartlara sığdırabileceğimiz kadar gelişti :)

Görüşmek üzere!

3 Ağustos 2011 Çarşamba

30 Küsür Yıl Önce, 30 Küsür Yıl Sonra...

Çok heyecanlıyım!

Benim dev bir kuzen kadrom var; hem anne tarafından, hem baba tarafından... dev olması, sayı bakımından olduğu kadar, aramızdaki ilişkilerin sıcaklığı bakımından da aslında. Hani hem kalabalığız, hem birbirimizi çok severiz.

Yine de, hem benden büyük olmaları hem de yaşımızın yakın olması nedeniyle sanırım, Emek Abi'min ve Eylem Abi'min benim için yeri başkadır, özeldir onlar. Çocukluğumun kahramanıdırlar. Candırlar... öyle ki, insanlara anlatırken Emek ya da Eylem demem, direkt "abi" derim. Herkes, gerçek abim olduklarını sanır; ki öyledirler de bir bakıma...
 
Ve biz ne kadar büyürsek büyüyelim, hayatlarımız nereye akmış olursa olsun, aramızdaki yakınlık hiç bitmedi. Birbirimizin sevgilileriyle, ailede ilk biz tanıştık; her yediğimiz haltı birbirimize anlattık. Büyüdük, evlendik, değiştik, çoluk çocuğa karıştık, her birimiz ayrı bir şehirde yaşıyoruz -hatta, Eylem Abi'mler ayrı bir ülkedeler-; dolayısıyla, aramızdaki ilişkinin biçimi değişti, evrildi, ama sevgimiz hep baki kaldı. İşte bu haftasonu, bu üç kuzen, İstanbul'da, ailelerimiz ve çocuklarımızla bir arada olacağız... İlk defa, üç aile, ama yalnızca üç çekirdek aile, tam kadro, bir arada olacak...
 
Vaktiyle bizim olduğumuz gibi olacak çocuklarımız; yine 2 erkek 1 kız. Yine en küçükleri bir kız olacak ve de... Bizim birlikte oynadığımız gibi oynayacaklar ve umuyorum ki, bizim birbirimizi sevdiğimiz gibi sevecekler birbirlerini... Bizim oğlanlar, minik kızımızı kendi kız kardeşleri gibi kollayacaklar; arada dalgalarını da geçecekler, sinir de edecekler, ama hep sevdiklerini, çok sevdiklerini hissettirecekler. Kuzen demeyecekler umuyorum ki birbirlerine, kardeş diyecekler...
 
Biz de belki, ucundan kıyısından, anne ve babalarımızın hissettiklerini hissedeceğiz onlara bakarken. Belki, bizim yaşımıza geldiklerindeki hallerini, onların çocuklarını hayal edeceğiz... Belki de, yalnızca o anı yaşayacağız, tadını çıkaracağız, "vay bee" diyeceğiz. Başka bir söz çıkmayacak, çıkmasına gerek kalmayacak. Hepimiz o an, aynı hayalin içinde olacağız...

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Vahşi Yaşam

Çınar'ın büyümesini izlemeyi, büyürkenki değişimini gözlemeyi ve -başaramasam da- bu adımları çözmeye çalışmayı seviyorum. Özellikle, artık "sosyal bir çocuk" olmaya başladığı bu ara, 3 yaşa yaklaştığımız bu dönem gerçekten çok keyifli. Keyifli olması, yaşanan krizlerin yok olduğu, herşeyin yoluna girdiği anlamına gelmiyor tabii ki (kimseye umut vermek istemem :P). Ama, kendini ifade edebilmeye başlaması, başkalarıyla "gerçek ilişkiler" kurmaya başlaması pek çok durumu kolaylaştırdığı gibi, benim hayatıma da keyif katıyor! Onu gözlemlemek, düşünmeme neden oluyor...

"Paralel oyun" döneminin kapanmaya yüz tutup "birlikte oyun" döneminin başladığı şu zamanlarda fark ettiğim bir şey var: Çocuk dünyası tam bir vahşi yaşam/doğal hayat örnek kümesi. Yani, güçlünün güçsüzü kolayca ayırt edebildiği, sözle ifade edilmemiş sınırların (teritory) olduğu, gürültülü mücadelelerin ama sessiz anlaşmaların yapıldığı bir dünya. Bunun nedeni, Hilal Hanım'ın bana defalarca söylediği gibi, çocukların daha çok içgüdüleri tarafından yönlendiriliyor olmaları olsa gerek. Aynen, hayvanlar gibi.

Çok haşin ve değiştirilmesi gerekliymiş gibi görünse de en başta, ben seviyorum bu "vahşi ve içgüdüsel" taraflarını. Çünkü ne yapıyorlarsa, çok hesapsız kitapsız yapıyorlar; ne söylüyorlarsa, o an akıllarından geçtiği gibi söylüyorlar. Kurmadan, planlamadan, dümdüz. Ve karşılarındakinin "kendilerinden güçlü" olduğunu kabul ettikleri anda, başka bir hedefe yönelebiliyorlar. Saplanıp kalmıyorlar, istedikleri şeyi elde etmek için arkadan işler çevirmiyorlar. "Sıralarını bekliyorlar". Aslında bence, kendi yaşam alanlarında çok iyi bir döngü ve işleyiş kurabiliyorlar -biz müdahale etmediğimiz sürece. Sanırım bu yüzden, yaşlar denk olduğu sürece ve biri diğerinin gerçekten canını acıtacak bir şey yapmadıkça, dışarıdan bu doğal yaşam içine girmemek en iyisi. Kendi yollarını bulmalarına izin vermek, fırsat vermek; belki de, izleyerek öğrenmek?

Hangi noktada hesap-kitap işleri, planlar, arkadan iş çevirmek devreye giriyor, bilmiyorum. Hangi aşamada aklımızdan geçenle ağzımızdan çıkan birbiriyle örtüşmemeye başlıyor, onu da bilmiyorum. O aşamayı izleme kısmına daha gelmedim. Bunları öğretiyor muyuz -ya da bize mi öğrettiler-, yoksa hepsi "içgüdüsel" olarak mı gelişiyor, bir fikrim yok.

Ümidim, çocuğumu hep "belgesel tadında" izlemek. Ama, "doğa kanunlarının" sonsuza kadar sürmediği bir dünyada, bu kadar naif kalmasını beklemek doğru mu, ondan da pek emin değilim...

Bir Anne Nelere Duygulanabilir? #3

Bir anne, bundan önce yazdığım iki başlığa duygulanmasa da, bence yavrusunun "flört" etmesine duygulanabilir!

Dün gittiğimiz piknikte, yanımızda iki çocuklu bir ekip vardı. İki kız; biri 6-7 yaşlarında, diğeri Çınar'la yaşıt. Çınar, yaşıtı olan kızla önce oyuncak kavgası yaptı; sonra, yavrucağa ait minik kamp sandalyesine çöreklenerek kızcağızı deli etti. Diğer aile de, ben de "işi akışına bırakalım, kendileri çözsünler" dedik ve kendi halerine bıraktık. Bir süre sonra, itiş-kakış yerini diyaloğa, diyalog da yerini "sohbet"e bıraktı.

Tam "aa, ne güzel ya, Çınar yeni tanıştığı bir çocukla ohbet ediyor, ne güzel konuşuyorlar" derken, arkadaşım "Çınar'ın oturuşuna bak; kolunu da sandalyenin arkasına atmış, tam dayı gibi" diyerek güldü. Tam biz Çınar'ın "dayı oturuşuna" gülerken, arkadaki minik ayrıntıyı başka bir arkadaşım fark etti: "arkadan el ele tutuşuyorlar!".

Gerçekten de öyleydi, gözlerim yuvalarından fırladı. Çaktırmadan el ele tutuşup, öyle de güzel sohbet ettiler ki bir süre, ben ağzım kulaklarımda alık alık izlemekten -o an- fotoğraf bile çekemedim (düşünün!).


Ve bütün akşam ve gece boyunca da, o alık gülümseme bir an yüzümden silinmedi...