29 Kasım 2010 Pazartesi

Uyku Tulumu Meselesi...

Pek çok geleneksel -ya da anneanne-babaanne ikilisine yakın yaşayan- Türk annesi gibi ben de Çınar'ın gece üstünü asla örttürmek istememesine, örttüğümün ikinci dakikasında teperek yorganı/battaniyeyi fırlatıp atmasına fena halda kafayı takmıştım! Ne de olsa "uyuyanın üstüne kar yağar"dı! Hadi geçen sene Çınar geceleri zırt pırt uyandığı için kalktıkça üstünü örterek bu işi hallediyordum; ama, bu sene artık geceleri daha uzun süre kesintisiz uyuyabiliyor. Dolayısıyla "bütün gece donuyordur çocuk, ayyy, hele sabahları!!!" endişelerim(iz -ben, anneanne, babaanne) tavan yapmıştı!

Uyku tulumlarından hiç hoşlanmadığını geçen sene açıkça belli eden oğlum için önce termal atlet seçeneğini düşündüm! Terlemezse, üstünü açmasında sorun omayacaktı... ama, bu atletlerin "body" şeklinde olanını bulamadığımdan, bu proje "tuvalet eğitiminden sonra"ya kaldı.

Sonra, halamızın kızı için aldığı battal boy uyku tulumunu denedik. Altı torba gibi olanlardan, ama 110 cm boyunda olduğu için sorun olmayacak-tı! Ama oldu, çünkü biraz dardı ve Çınar istediği gibi sağa sola bacaklarını fırlatamayınca, giydiği gece ilk 2 saatte 10 kez uyanıp en sonunda da "kıçaaaaaaaaarrrrrrrrrrrrr" diye bağırarak çıkarttırdı üstünden tulumu!

En son dün gece de, Çınar'ın bir boy büyük kuzeni Emre'nin astronot uyku tulumunu denedik. Uyuttuktan sonra giydirdim, giydikten sonra döndü totosunu yattı! Ooooh, demek ki hareket edebiliyor, ne mutlu bize, dedim. Çıktım odadan... ve mutluluk 2 saat sürdü. 2 saat sonra arkadaş bir uyandı; gözler de kapalı ama uyuyamıyor. Kana kana su içiyor, bir sağa bir sola dönüyor. I-ıh! Dalamıyor... 1 saatlik uğraşın sonunda dalar gibi oldu diyorum, 5 dakika sonra yine uyanıyor. Tam delirmek üzereyken -ben-, aklıma sorunun ne olduğunu kendisine sormak geldi.

"Annecim, bir yerin mi ağrıyor?"
"I-ıııh..."
"Sıcak mı geldi?"
"Hı-hıııı..."

Buyrun işte! Hemen çıkardım tulumu, üstüne battaniyesini örttüm, 2 dakikada uykuya daldı ve sabaha kadar da uyanmadı...

Evet, Çınar bebekliğinde çok gazlıydı, bu yüzden karnını, ayaklarını sürekli sıcak tutmak adına, hep sarıp sarmalardık. Ancak öyle rahat uyurdu. Ama şimdi 2 yaşını geçmiş bir birey. Demek ki soğuk seviyormuş, azıcık serinde uyumak hoşuna gidiyormuş. Sabah Ahmet'le de konuştuk, "hatırlasana" dedi, "bayramda kaloriferler yanmadığı için teyzemin evi serindi, ama orada hiç uyanmadan uyuyordu". Doğru!

Dün ben uyku tulumlarına veda ettim. Tabii ki, gece ben kalktıkça, üstü açıksa örterim (dayanamam). Sizin de aklınızda bulunsun, herkes Çınar'ın annesi gibi yorganı başına kadar çekip gömülerek uyumayı sevmek zorunda değil :)

NOT: Bu yazıyı Çınar'ın dedesi okuyor biliyorum; lütfen anneannesine de anlatsın ki anneannesi de endişe etmesin artık. Ben de babaanesine bir şekilde anlatmaya çalışırım :)

25 Kasım 2010 Perşembe

Minik Adam Bu Bayram...

İstanbul'a uçtu...

Neşeli bir doğumgününe katıldı...

Ece'nin evine misafir oldu; "Ece fıstııık, Ece baadeemmm"le pek güzel oynadı, mıncırdı...


Balca'sıyla hasret giderdi...


...hatta yanından ayrılmak istemedi...

Irmak'la yeniden buluştu...

...kaynaştı...

...oynadı...


Yeşilköy'de, denize nazır kahvaltı yaptı...

İlk kez vapura bindi...


...Boğaz'ı geçti...


...denizin "üstünde" olmanın ne demek olduğunu anlamaya çalıştı...


...bir de babası denize girmesine engel olmasaydı, herşey süper olacaktı!!!

13 Kasım 2010 Cumartesi

Okkullu Hayat

Biliyorsunuz, bizim okkulu yazmaya doyamıyorum! Ama bu seferki yazının sorumlusu ben değilim; Damla sormuş, ben de yanıtladım... Buyrun "kreş sobesi"ne:

1.Çocuğunuzu kaç yaşında kreşe gönderdiniz/göndermeyi düşünüyorsunuz? Kreşe göndermek için beklediğiniz yaş dışında bir şey var mı?

Aslında hep 2,5 yaşından sonra yarım gün gitsin, 3 yaşından sonra da tam gün gitmeye başlar diye düşünüyordum. Ama 1,5 yaşından sonra bakıcımızla yaşadığımız bazı sıkıntılar, benim işe başlamamla birlikte yaşamımıza epey uzak kalan evimizden taşınmak istememiz, kısıtlı bir zaman için Çınar'ı yeniden bir bakıcıya ve sonrasında bir yuvaya alıştırmayı çok da doğru bulmamamız sonucu, 21 aylıkken bizim minik adam "okkullu" oldu.

Doğrusu, Çınar içine kapanık ve çekingen bir bebek/çocuk olsaydı belki her tür sıkıntıyı göze alıp taşınma işini 2,5 yaşına kadar erteleyebilirdik; ama, Çınar'ın yapısı dolayısıyla yuvaya adapte olmakta çok da zorlanmayacağını, buna çok direnmeyeceğini düşündük. Ve, 16 aylıkken yuvaya başlayan kuzeni Deniz'in yaşamındaki olumlu gelişmelerden de cesaret alarak kararımızı verdik.

Evet, alışma süreci çok kolay geçmedi. Ama normal kabul edilen 3 haftadan fazla da sıkıntı yaşamadık.


Başlarken ve 3 hafta sonra...

2.Çocuğunuza kreş seçerken sizin için en önemli kriter nedir? Olmazsa olmaz, bu sağlanmazsa evde bakılsın daha iyi diyeceğiniz.

Çınar henüz küçük sayılabilecek bir yaşta olduğu için ilk kriterim, onun yaşına uygun grubu bulunan, dolayısıyla her türlü özbakımının da (bez değişimi, yemek, uyku) özenle yapılacağı bir yuva bulmaktı. 2-6 yaş diye geçen; ama, "0 yaş da kabul ediyoruz" diyen yerlere güvenemedim. Çocuğumun, bir sürü "ondan daha büyük çocuk arasında idare edilmesini" istemedim. Gerektiğinde yemeğini yedirebilen, kucağında onu sakinleştirebilen birileri tarafından bakılması, ilgilenilmesi ve gerçekten "yuva"sı gibi hissedebileceği bir yerde olması çok önemliydi benim için.

Ayrıca, eşim ve benim için, bize okulu tanıtan kişinin verdiği izlenim de önemliydi. Bu iş çocuklarla anlaşabilme ve gönül işi de olsa, sonuçta profesyonel bir iş. Ve bize "sıcak ve profesyonel" gelmeyen yuvaları da eledik. Aslında, Binbir Çiçek'e ilk girdiğimiz, Hilal Hanım'la ilk karşılaştığımız anda hem ben, hem de Ahmet, Çınar'ın okkulunun orası olacağını anlamıştık...


Kucakta sakinleşen ve uyuyan Çınar manzaraları...

3.Türkiye’deki kreşlerde rastlamadığınız, keşke olsa dediğiniz bir uygulama var mı?

Açıkçası, yurt dışındaki kreşlerle ilgili çok bilgim yok. Ancak, arkadaşlarımdan duyduğum kadarını bilebiliyorum. Örneğin, şuradaki yazıda olduğu gibi, veli katılımını daha çok görmek isteyebilirim kreşlerde. Türkiye'de bunu yapan kreşler de var, biliyorum, ama genele yayılsa, biz de çocuklarımızla ve onların arkadaşlarıyla bir şeyler paylaşsak, şahane olur!

Bunun dışında, bizim okkulumuzda olan ama (en azından yuva arama sürecinde gezdiğim) pek çok  okkulda göremediğim "alışma sürecinde istenildiği kadar -ya da çocuk güven duyana kadar-çocukla birlikte yuvada vakit geçirme" ve "her an yuvanın istenilen bölümünü ziyaret etme" imkanı da yaygın bir uygulama olsa, hem veliler hem de çocuklar açısından daha mutlu bir yuva süreci yaşanır diye düşünüyorum. Ama tabii, veli olarak kendimizi kontrol etmeyi, çocuğu ve arkadaşlarını huzursuz edecek kadar yuvaya girip çıkmamayı öğrenmemiz lazım önce!

Son olarak, yurtdışındaki yuvalara, Türk yuvalarındaki sıcaklığı ve beslenme programını örnek almalarını tavsiye ediyorum :)

4.Türkiye’deki kreşlerde yaygın olarak rastladığınız ve saçma bulduğunuz bir uygulama var mı?

Konunun uzmanı değilim, dolayısıyla "saçma" olarak tanımlamak benim haddim değil; ama, "ders saati" kavramını, çocukları "belirli zaman aralıklarında belirli şeyler yapmaya zorlamayı" anlamlı bulamıyorum. Benzer şekilde, çocuklar tarafından hazırlanan yıl sonu gösterileri de bana biraz zorlama geliyor.

Aslında "çocuğun özgür ruhunu örseleyebilecek" etkinliklerden hoşlanmıyorum. Okkulumuzda da böyle uygulamalar olmadığı için çok mutluyum.

5.Çocuğunuz kreşe gidiyorsa, kreşe başladıktan sonra en çok zorlandığınız konu ne oldu? Henüz gitmiyorsa zorlanacağınızı düşündüğünüz?

Bizi en çok zorlayan, alışma sürecinde verdiği tepkilere adapte olmak ve sağlıklı geri-tepkiler vermek oldu. Çınar'ın zaten düzenli bir yaşamı olduğu için, okkuldaki düzene uyum sağlaması, oradaki rutine alışması zor olmadı. Ama ortam değiştirdiği için, yeni ortamına güven duyması biraz zaman aldı. Doğrusu bu, zorlu bir süreçti; ama, yukarıda da bahsettiğim gibi, beklenenden uzun sürmedi.

Öğretmenlerinin ve yuva yöneticilerinin rahatlığı ve güzel yaklaşımları sayesinde de, zorlanacağımızı düşündüğüm özbakım konularında da hiç zorlanmadık.

Çınar yuvaya yazın başladığı için ilk 3 ay pek "yuva hastalıkları" ile tanışmadık; ama sonbahar başından beri pek de iyileştiğimiz söylenemez. Sanırım, bizi en çok zorlayan konu bu "hastalık" konusu olacak. Bizim minik adam son derece düzgün beslenen, 23 ay ateş nedir bilmemiş bir yavrucak. Dolayısıyla, bağışıklığıyla ilgili sorunumuz olduğunu hiç düşünmedik. Ama tabii, her ne kadar steril yaşatmasak da, aynı anda 10'dan fazla çocuğun içinde bulunmadı hiç. Dolayısıyla da, bu seneyi "farklı mikroplarla tanışıp onlara karşı savunma stratejileri geliştireceği" bir sene olarak tanımlamamız doğru olur...

6.Çocuğunuz kreşe gidiyorsa, kreşe başladıktan sonra çocuğunuzda gözlemlediğiniz en olumlu gelişme ne oldu? Henüz gitmiyorsa kreşin gelişimine en büyük katkısı ne olur sizce?
 
Çınar zaten girişken ve sosyal bir çocuktu; ama, yuvayla birlikte "arkadaş" kavramının ne olduğunu daha çok bilen, çocuklara çok daha sıcak ve paylaşımcı yaklaşabilen bir çocuk oldu.
 
 
Çınar ve arkadaşları
 
Dil gelişimi inanamayacağımız biçimde hızlandı, ve yuvaya başlayışının 5. ayını doldurduğu şu günlerde, kafasına esen kelimeyi zar zor söyleme aşamasından normal insan gibi konuşma aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Tabii ki 2 yaşla birlikte konuşmada bir hareketlilik bekleniyordu; ama, "al karşına sohbet et" kıvamına geleceğini hiç düşünmemiştim.
 
Her zaman kendine güvenli, kararlı bir çocuktu; ama, yuvayla birlikte özgüveni daha da arttı sanki. Bunu da orada kısıtlanmamasına, yapmak istediği fiziksel aktivitelerin engellenmemesine bağlıyorum. Biz de evde, kendisine veya bir başkasına zarar vermediği sürece, hemen herşeyi yapmasına izin veriyoruz. Yuvada da, aynı biçimde, son derece özgür bırakıyorlar, ve hatta, enerjilerini atmaları için teşvik ediyorlar!
 
Konsantrasyon ve kendi kendine oynayabilme süresi de arttı. Bu belki, daha çok yaşıyla ilgili bir şeydir; ama, ben yine okkulun olumlu bir etkisi olarak görüyorum. Gözlemleyebildiğim kadarıyla, okkulda hiçbir konuda çocuklara gereksiz müdahalede bulunmuyorlar, istedikleri oyuncakla/materyalle istediği gibi oynamasına izin veriyorlar ve çocuk oyun oynarken müdahale etmiyorlar. Yalnızca, ilk başta, eline aldığı şeyin ne işe yaradığını gösteriyorlar (yine, çocuk buna izin verirse). Dolayısıyla, kendi seçimiyle rahatça oynayabilen çocuk, tam olarak yaptığı "işe" konsantre olabiliyor ve uzun süreler o "şey"le ilgilenebiliyor.
 
 
Okkulda...


 
Yalnız Çınar'ın değil, benim üzerimde de olumlu etkileri var okkulumuzun! Hilal Hanım, Selin Hanım ve Çınar'ın öğretmenlerinin telkinleri sayesinde gün geçtikçe daha az endişeli ve takıntılı bir anne olduğumu hissediyorum :) Tüm çocuklarla ilgili o kadar pozitif bir yaklaşımları var ki, ben de Çınar'la ilgili herşeye çok daha olumlu ve rahat yaklaşabiliyorum.
 
-------------
 
Özetle, gerçekten işin ehli bir yuva bulduğunuzu düşünürseniz, çocuğunuzu buraya teslim edin! Biz "okkullu hayat"ımızdan çok memnunuz! Size de öneririz :)

11 Kasım 2010 Perşembe

Dersi Derste Dinliyormuş...

Yuvamızı çok sevdiğimi daha önce söylemiştim, değil mi?

Çınar'a iyi geliyor, orası zaten kesin! Ve zaten bu yüzden seviyorum... ama bana da iyi geliyor! Hem de çok; o yüzden, daha da çok seviyorum yuvamızı, öğretmenlerimizi, Selin Hanım'ı, Hilal Hanım'ı...

Bugün veli toplantısı vardı. Ama geçen seferki gibi toplu değil, çok şükür ki ritim çalışıp rezil de olmadık! Bire bir veli görüşmesiydi. Ve ben, son zamanlarda yine kimselerin (bu kimseler tamamen okul dışından) dilinden düşüremediği "çook hareketli, dediğim dedik, tutturdu mu vaz geçirmek imkansız" etiketlerinden dolayı epey gergindim. Ve hatta "gerçekten zapt edemiyorum; acaba sınır koyma konusunda başarısız mıyız? özgür bırakalım derken çok mu fazla başına buyruk davranmasına neden oluyorz? acaba okulda kurallara uyma konusunda sıkıntı yaşıyor mu? ya da bu yaşta kurallara uymalı mı?" düşünceleri yine beni esir almıştı! (NOT: Ben buyum arkadaşlar, her ne kadar Çınar'ın yuvaya gitmesiyle birlikte bir nebze olsun kendimi törpüleyebilsem de, birden vazgeçemiyor insan huylarından... yavaş yavaş olacak ama, inanıyorum...)

Uzatmadan devam edeyim, Hilal Hanım, Selin Hanım ve Çınar'ın öğretmeni Alev Hanım'la endişelerimi(zi -her ne kadar babasının olmasa da) paylaştık. Ve onlardan harika geri bildirimler aldık. İşin uzmanlarından duyduklarımızdan sonra, artık önüne gelen Çınar için istediği etiketi kullanabilir; ama kimse kusura bakmasın, bir kulağımdan girecek, öbüründen çıkacak (söz):

1- "Herkes çok hareketli diyor" dediğimde, hepsi birden "ne güzel!" dediler. Sonuçta evet, yapı olarak hareketli, ama bunun yanında coşkulu, neşeli, merakı ve oyuncu olduğunu da söylediler. Bahçedeki hayvanları merakla inceleyen, çocuk parkındaki tüm fiziksel aletleri deneyen, kendi sınırlarını keşfetmekten korkmayan bir çocuk(muş) Çınar. Hareketli olmasının yanında, ilgisini uzun süre bir noktada toplayabildiğinden, toddler sınıfındaki materyallere artık amaçlarını anlamak için yaklaştığından ve hatta ne işe yaradıklarını öğrenmeyi talep ettiğinden, toplu sohbet zamanlarına, ritim dersine -henüz uzaktan da olsa- katıldığından ve ona bir şey anlatıldığında gözlerini koca koca açarak ilgiyle dinlediğinden de bahsettiler. Ve hatta, sınıfa fırtına gibi daldığında, onu nasıl yerine oturtabileceklerini de bulmuşlar: "Çınaar, gel kitap okuyalım" diyerek! Hatta, Çınar'ın bu kitap sevgisi, "kankası" Aiace'ye de örnek olmuş. Aiace daha önceleri kitapla pek ilgilenmezken, şimdi ikisi birden öğretmenlerinin kucağına oturup öykü dinliyorlarmış.

Hpesinin birden "zaten 'oku' Çınar'ın kelimesi, bu ara herkese herşeyi okutmakla meşgul" dediği noktada gözlerim biraz yaşardı, evet...

2- Tüm bunların yanında Hilal Hanım, her çocuğun yaş döneminin getirdiği gereklilikleri doyasıya yaşaması gerektiğini de söyledi. Yani hareketliyse, bu dönemde atlayıp zıplamak, kudurmak onu mutlu ediyorsa, ihtiyacı budur; ve bunun engellenmesi, ileride çok daha fazla sıkıntıya yol açar, dedi. Yani atlasın, zıplasın, içinden geldiği gibi davransın/oynasın. Tatmin olsun ve bir sonraki aşamaya geçsin -artık o her ne ise...

Ve "nasıl yerinde uslu uslu oturan çocuğa 'hadi kalk sen de az azıcık' demeniz saçmaysa, hareketli çocuklara da 'azıcık otur yerine' demeniz de aynı şekilde saçma" diye de bağladı.

3- Bu hareket konusuyla bağlantılı olarak, 2-2,5 yaş toddler grubunun oyun alanını bayramdan sonra yeniden düzenleyeceklerini ve daha çok fiziksel harekete imkan tanıyacak atlama, zıplama, tırmanma oyuncakları koyacaklarını söyledi. Çünkü, bu yaşta bedenlerini ve yapabileceklerini keşfetmekten büyük haz alıyorlarmış. Ve benim çok hoşuma giden bir şey söyledi:
"Önce kendilerini keşfedecekler ki, sonradan kontrol edebilsinler!"
Kesinlikle! Bir şeyin mekanizmasını öğrenmeden onu kullanmamız mümkün değil, değil mi? Yeteneklerimizi bilmeden bir işe girişemeyiz. Aslında bebekliğimizi, çocukluğumuzu hatırlayabilsek, ne güzel olurdu. Herşeyi nasıl da adım adım yapmışız. Fırsat verildiği ölçüde tabii... Şimdi bizim Çınar'a, kendi bedenini tanıma fırsatı vermemiz lazım ki, sonraki aşamalar gelsin (yani, durulacak yerde durmayı, kural denen şeylere uymayı vs öğrensin).

 4- Kurallar, disiplin, sınırlar konusundaki endişemizi de giderdiler sağolsunlar. Daha çok küçük olduğunu, şu an içinden geldiği gibi yaşamasının, kendisine ve etrafına zarar vermediği sürece yapabileceği şeyleri yapmasının öneminden, gerekliliğinden bahsettiler. Biz de anne-baba olarak bu mantıktayız. Kendisine ve çevresine zararı yoksa, istediği şeyi yapmasına izin veriyoruz. "Fazla mı izin veriyoruz?" diye düşünüyorduk, fazla değilmiş. Özgüveni açısından bu, en iyisiymiş.

5- Evdeki cam sehpayı takıntı haline getirdiğini, cam kırılıp ona bir zarar verecek diye korktuğumuzdan sürekli uyardığımızı ve en sonunda sehpayı kaldırdığımızı söylediğimizde de, Hilal Hanım kararımızı doğru buldu. Halbuki ben "tüm hayatınızı ona göre düzenlemeyin" gibi bir yanıt bekliyordum. "Saplantı haline getirmişse ve ona zarar verecekse, zarar verecek şeyi ortadan kaldırmak en doğrusudur." dedi. 

6- Aslında doğduğundan beri yaşamımızı Çınar'a göre düzenliyoruz. Bundan da gocunmuyoruz. Çünkü daha çok küçük ve onun yaşamını bir düzene sokmak adına yapıyoruz bunları. Örneğin, onun uyku saatinde dışarıda bir yerlerde olmuyoruz, yemek saatlerine özen gösteriyoruz, vs vs... Ve tabii, çocuğu mutsuz etmek için doğurmadık, onun hoşlanmayacağı ortamlarda bulunmaktan kaçınıyoruz. Çünkü, onun hoşlanmadığı bir ortamdan, anne-baba olarak (çıkaracağı arızalardan dolayı) keyif almamız zaten mümkün olmuyor!

Ki Hilal Hanım ve Selin Hanım da bunun böyle olması gerektiğinden, çocuğu mutlu edecek, enerjisini atacağı, keyif alacağı ortamlarda bulunmasının hem kendisi hem de tüm ev halkı için çok daha yararlı olduğundan, bu yaşlarda düzenini korumanın ilerideki yaşamının da daha düzenli ve huzurlu olması için ilk adım olduğundan bahsettiler.

7- Ve kurallar konusunda, hepsi henüz erken olduğunu söylediler. Şimdi "seçim" aşamasında Çınar. Yani, ipler onun elinde. Ama seçenekler sunuluyor. Aslında, "bizim belirlediğimiz sınırlar içinde kendi kararlarını veriyor". Yani "okunan kitabı mı dinlemek istersin, oyuncakla oynamak mı?", "bu aktiviteyi mi yapmak istersin, dışarıda dolaşmak mı?" gibi. Böyle böyle sanırım işleyişi kavrayacak, düzeni öğrenecek, kendi tercihlerinin farkında olacak ve sonunda da belirlediği tercihin gerektirdiği "kuralara" uyacak. Ama bunun için daha zamanı var...

8- Tuvaletle ilgili ne düşünüyorsunuz, diye sordu Hilal Hanım bana. Ben de henüz Çınar'dan sinyal göremediğimi, bahara kadar bekleyebileceğimi, ama sinyal alırsam da başlayabileceğimi, söyledim. Doğru tahlil etmişim "gerçekten beziyle mutlu" dedi. O zaman, zorlamanın anlamı olmadığına karar verdik hepimiz. Gerçekten de, ne zaman Çınar'dan ilk adımı beklesem ve ondan sonra harekete geçsem, hep güzel sonuç alıyorum. Bu konuda da hislerime güvenmeye devam edeceğim...

Kısacası, "Çınar çok normal, fiziksel gelişimi gayet güzel giden, coşkulu, hareketli, yaşını geldiği gibi, olması gerektiği gibi yaşayan bir 2 yaş çocuğu" imiş. Bu yaş grubu için sanırım bu "dersi derste dinliyor" demek :)

Yine beni mutlu eden, rahatlatan, endişelerimi gideren ve yeni şeyler öğrenmemi sağlayan bir görüşmeydi özetle...

Ve yine, oğlum iyi ki böyle profesyonellere emanet, dedim!

10 Kasım 2010 Çarşamba

193∞


Bu sabah, 09:05'te, oğlumla arabada, yoldaydık... "Kırmızı ışık" yanmıyorken yolda durmamıza ve korna çalmamıza bir anlam veremedi minik adamım; dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.

"Hani Anıtkabir'e gitmiştik ya, Atatürk uyuyordu; işte Atatürk bu saatte uyumaya başladı Çınar'cım... Bu güzel ülkeyi o bize hediye etti; emanet etti. Biz de, ülkemize çok iyi bakacağız, sen güzel güzel uyu Atatürk, demek için duruyoruz yolda, kornalara basıyoruz" dedim...

Anlamak için daha çok küçüktü, ve ben daha düzgün anlatabilmek için fazla duygulanmıştım...

Ve yolda, o minik adamla birlikte dururken, aklımdan şunlar geçiyordu:

"Rahat uyu Ata'm, biz emanetine sahip çıkıyoruz... Ve bu işi bizden çok daha iyi yapabilecek, pırıl pırıl yürekler yetiştiriyoruz!
... ama yine de bugünlerde, seni çok ama çok özlüyoruz!"

8 Kasım 2010 Pazartesi

Binbir Çiçek Ormanı ve Çınar'ın "Çınar"ı

Aslında, daha doğar doğmaz bir dikili ağacı olmuştu oğlumun... Yargıtay'ın bahçesine bir çınar fidanı diktik, canımın göbeğini de altına gömdük! Aslında babası bir de plaka yaptırdı ağaca, ÇınÇın'ın doğumgünü ve ismi yazan. Ama ağacımız biraz palazlanmadan takmadık plakayı. Belki bu bahar... Kızılay'dan yolu geçen olursa, Yargıtay ana binanın Ek Bina'ya bakan bahçesindeki Çınar ağacı, oğlumun ağacıdır, bilginiz olsun :)

Ama tabii, Çınar adına biz dikmiştik o ağacı oraya. Geçen pazar ise, sevgili okkulumuz çok güzel bir etkinliğe önayak oldu ve aileler toplanıp bir "Binbir Çiçek Ormanı" yaptık İncek'te. Ve bizim minik adam, kendi "çınar"ını kendisi dikti toprağa, gübresini koydu, can suyunu verdi.


Çınar babasıyla ilk ağacını dikiyor!

Yalnızca çocuklar değil, hepimiz en az çocuklarımız kadar şendik! Toprakla uğraşmak, doğaya azıcık da olsa bir şeyler katabilmek hepimizin hem bedenine hem ruhuna iyi geldi. Çınar resmen toprakla bütünleşti! Kazılan bütün çukurlara girdi çıktı (eh, o da "Çınar" ne de olsa!), toprağa yattı, debelendi, bütün elektriğini attı. Üstümüz başımız kirlenmiş ne gam! Bedeli bir kutu deterjan parası... ÇınÇın'ımın mutluluğu, paha biçilemez!!



Ben yalnızca fotoğraf çektim aslında (birinin yapması gerekiyor değil mi?), ama Aaamed'im 5 adet ağaç çukuru kazıp, 4 tane ağaç dikmiş, 6 tanesine de can suyu vermiş. Bizim de ailecek bir dikili ağacımız, hatta ufak çapta bir ormanımız var artık!


Çekirdek Çelikler ve Çınar"lar"ı :)

Binbir Çiçek Çocukları

En Yeşil Ankara Derneği'nin bize hediye ettiği mazılar

Öğlen yemeğinden sonra ritim eğlencesi

Artık zaman zaman gider, kontrol eder, sularız ağaçlarımızı. Büyünce de gölgesinde piknik yaparız! Ne harika!!!

Sevgili okkulumuza, bu güzel gün için yeniden teşekkürler...

7 Kasım 2010 Pazar

Mavi ve Kamyon Hakkımız, Söke Söke Alırız!

Son günlerde, kafamı meşgul eden ve işin doğrusu beni üzen bir konu dolaşıyor "blog dünyası"nda. Kız çocuk/erkek çocuk annesi olmak ve erkek çocuk annelerinin davranışları üzerine...

İşin aslı şu ki, "kız" veya "erkek" çocuk annesi tanımlamalarını, ancak arkadaşlarımla şakalaşırken kullanırken, birden bu ayrımın içinde ve hatta "negatif" tarafında buldum kendimi! Ben genelde, çocuğumun cinsiyetinden bağımsız olarak, yalnızca "anne"yi tercih ediyorum. Her neyse. 

Bu ayrımı yapmanın, bu yazıyı yazdıracak kadar sinir bozucu bir tarafı yok tabii. İşin bana garip gelen kısmı, "erkek anneleri"ne yüklenen yük. Görüyorum ki, oğlumuza mutfak oyuncakları almazsak, en az bir tane pembe eşyası ve bebeği olmazsa, ama bunun yanında tekerlekli oyuncakları (araba, kamyon, kepçe, tır, vs vs) odasında önemli bir yer kaplıyorsa, "cinsiyet ayrımcısı bir çocuk" yetiştiriyoruz diye suçlanmamız an meselesi! Bence bu konuda gerçekten bir baskı var "erkek anneleri"nin üstünde. Çünkü, ne zaman buna benzer bir konu geçse, "erkek anneleri" hemen "benim oğlumun x eşyası pembe, zaten bebeği ve mutfak oyuncakları da var, hiiiiç ama hiç kamyon almadık ona bugüne kadar..." diye kendilerini savunmaya başlıyorlar.

Neden? Neden hep biz "erkek anneleri" savunma yapmak zorundayız? Neden hep ama hep biz işin "dikkatli olması gereken" kısmıyız? "Kız anneleri"nin işi çok kolay doğrusu. Baskı yok, dert yok! 

Yaşasın pozitif ayrımcılık!

Neden kız çocuklar hem bebekle oynayabiliyor, hem mavi hem pembe giyebiliyor, hem kamyonla arabayla oynayabiliyor da erkek çocuklar, sırf anaları cinsiyet ayrımcılığıyla suçlanmasın diye kamyonlarından ve mavi renkten uzaklaştırılıyorlar?

Biz, kendi kafamızda bir şey kurup düşünüyoruz, ordan burdan etkilenerek ya da tamamen özgür irademizle bir karar veriyoruz, ve sonra çocuklarımızın tercihlerini yok sayıp sırf o kafamızdaki şeye uysunlar diye uğraşıp duruyoruz. Peki, bu ne kadar doğru?

Evet, tabii ki toplumda kadınlar daha çok eziliyorlar ve bunu yapan erkekler ve o erkekleri de yine kadınlar yetiştiriyor... Ama, çağın değiştiğinin, geleneksel baba rolünün kentlerde çoğunlukla soyunun tükendiğinin, annelerin hali hazırda meslek sahibi (olmasa bile, kendinin farkında olan) kişiler olduğunun farkındayız, değil mi? Ve işin oyuncakta bitmediğinin, asıl meselenin aile yapısı ve baba modelinde olduğunun, bunun yanında, kız ve erkek çocukların, biz hiçbir yönlendirme yapmasak bile çeşitli oyuncaklara yönelebileceğini, çoğunun da hali hazırda bu yönde seçim yapmış olduğunu yazmama da gerek yok bence aslında. 

Ve birileri çıkıp bunlardan bahsetmese de, biz "erkek anneleri" çocuğumuzun bir cinsiyet ayrımcısı olarak yetişmemesi için elimizden geleni yapıyoruz ve bu konuda düşünüyoruz. Biz de kadınız çünkü. Hadi bunu da yazmış olayım da, "kız anneleri" rahatlasınlar!

Geçen gün, bir restorandan çıkarken, Çınar süpürge-faraş ikilisini gördü ve başladı süpürmeye. Orada oturan bir amca "ya alın şunları çocuğun elinden, erkek değil mi bu?" dedi. "Evet erkek, niye ne güzel süpürüyor işte" dedim gülerek. "Ya bırak allah aşkına, yarın öbür gün evlenince de yapmaya kalkar" dedi (hafiften sinirli). "Keşke yapsa, ne güzel, kayınvalide olarak ne kadar çok hayır dua alırım" dedim (yine gülerek). 

İşte bu adamın çocuğu cinsiyet ayrımcısı olabilir. Benim kamyon, kepçe, dozer, tır, vs vs seven oğlum değil...

Sırf eline süpürge aldı diye de değil; onun annesi de, babası da böyle bir erkek olarak büyümesine fırsat vermezler de ondan.

Ülkemizde ve dünyada çok daha önemli bir sürü sorun ve dert varken, "oyuncak" konusuna daha fazla vakit harcamamak adına bu yazıyı yorumlara kapatıyorum. Hepimiz bence artık, çok daha anlamlı konularda düşünelim ve yazalım diyor; iğneyi de, çuvaldızı da kendime batırıyorum.

2 Kasım 2010 Salı

Naammaaa!!!!

Çınar hasta -evet, yine!

Lütfen "ne kadar sık hasta oldu" falan demeyin, zaten kendi kendime sinir olmuş durumdayım. Muhtemelen Anıtkabir'de üşüttü, ya da okkulda kaptı gene bir şeyler. Sonuç: hasta işte. Ve ben bu sefer, kendime kızdım. Hiçbir anlamı yok, biliyorum, ama kendimi "ne kadar sık hasta ediyorum bu çocuğu" derken yakaladım işte. Ve o iç ses, bir türlü çıkmak bilmiyor kafamdan...

Neyse, "bir annenin itiraflarından" sonra asıl konuya geleyim. Konu, hastalık değil. Çocuktur, hasta olur. Hele okkula gidiyorsa, daha çok hasta olur. Konumuz, hastayken iştahsızlık. Pazar gecesinden beri Çınar'a yemek yedirebilmek mümkün değil. Yapmadığımız şebeklik, izletmediğimiz video, okumadığımız kitap kalmadı. Sağ el defansa geçip de "nammaaa!" dedi mi iş bitiyor, yemek yemiyor! Tabii, bütün aile tepesindeyiz. Hele evde anneanne/babaanne/dedelerden biri veya hepsi varsa, seyreyleyin şenliği! Kötülüğüne yapmıyoruz tabii, amacımız, hastayken bir de üstüne aç kalıp vücudu iyice halsiz düşmesin...

Yanlış yapıyormuşuz! Evet, yanlış. Az önce Hilal Hanım aradı. Sağolsun, Çınar'ı merak etmiş. Ağzındaki yaralar yüzünden yemek de yemiyor, deyince yine bana doğru yolu gösterdi sağolsun! Her zamanki gibi! Kafamı binanın duvarlarına vurasım geldi ama, neyse... zararın neresindne dönülse kardır!

Diyor ki Mrs. Hilal, nasıl elektrik kesintisi olduğu zaman, çoğu bina jeneratörü elektriği yalnızca o an binanın en çok işine yarayacak kısımlarına yönlendiriyorsa, vücut da hasta olduğu zaman, enerjisini aynı şekilde korumaya çalışıyor. Sindirim, başlı başına zor ve yorucu bir iş. Dolayısıyla, hasta olunduğunda iştahsız da olmamızın nedeni bu! Ve çocuklar bizden daha çok içgüdüleriyle yaşadıklarından, bu his onlarda daha kuvvetli. Yani, vücut, yorulmasın diye yemek yemiyor. Asıl ihtiyacı olan şey, yemek yemek değil. Dinlenmek!

Doğru, normalde 8 saat uyudu mu zıpkın gibi ayağa kalkan çocuk, 10 saat uyuyor ve uyandıktan 3 saat sonra 2 saatlik şekerlemeler yapıyor. Ve bütün gün uyuduğu halde, gece 9 olmadan yastığını alıp "anne uyut beni" diyebiliyor! Çünkü, onun ihtiyacı zorla yedirilmek değil, dinlenebilmek.

Ve Hilal Hanım yine diyor ki, hasta olduğumuz zaman, hepimizin canı başka başka şeyler yemek ister ya da istemez. Çocuklar içgüdüleriyle daha çok yönetildikleri için, vücutlarının ne istediğini bizden çok daha iyi bilirler. Yani, eğer sadece yoğurt yemek istiyorsa (bizde durum bu), bırakın yalnızca yoğurt yesin. Kaç öğün üst üste yerse yesin. Onun vücudunun ihtiyacı yoğurt demek ki!

Ve asıl önemli noktaya geliyorum, iyi okuyun (okuyayım):

Hastayken zorla yemek yedirilmeye çalışıldığı zaman bu (yani zorla yemek yemek/yemeği reddetmek), çocuklarda sonrasında da alışkanlık olarak devam ediyor. Ama, hastalık sırasında zorlamayıp, yemek yememesine izin verirseniz/ses çıkarmazsanız, hastalıktan kalkınca çok büyük bir iştahla saldırıyorlar yemeğe ve anında aç zamanlarını telafi ediyorlar!

Yani keşke dedim, sizinle dün konuşsaydık bunları... neyse, yazdığım gibi, zararın neresinden dönersen kar. Şimdi babaannesini arayayım da, yemek yedirmeye zorlamasın. Bıraksın, ne istiyorsa onu yesin. Hepimiz için zor bunu yapmak, çocuk açken, doyamayanlardanım ben mesela.

Ama, sonrası için lazım demek ki... Akşam da ben kendime mukayet olayım bari!