27 Ocak 2011 Perşembe

En Doğru Benim!

Ne kendini yerden yere vurmak doğru annelik konusunda, ne de kendini yere göğe sığdıramamak...

Ne başkalarına ahkam kesmek doğru, ne de umursamayıp arkamızı dönmek...


Elif Şafak evliliği böyle tanımlamış ama, annelik de ip üzerinde yürümek, cambazlık; denge kurmak çok zor. Ama önce "denge kurmayı istemek" önemli sanırım.

Bakıyorum bazen etrafımdaki annelere ve kendime, ya yerden yere vuruyoruz kendimizi ya da biri bize ufak bir eleştiri yöneltse kaplan kesiliveriyoruz. Ortamız yok. Ya doğruyuz ya yanlış. Ya herşeyi en iyi biz biliyoruz, ya hiçbir şey bilmiyoruz. Ya siyahız ya beyaz!

Halbuki, hepimiz çabalıyoruz, çırpınıyoruz çocuklarımız için. Hepimizin tarzı farklı yalnızca.

Belki yanlış yaptığımız tek nokta, eleştiriye kulak vermemek. Başka fikirlere açık olmamak. Kendi akıl süzgecimizden süzüp geçirmeden reddetmek, yaftalamak, itelemek. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak. Ya da, kalbimizi ve aklımızı uyum içinde çalıştıramamak.

Doğum biçiminden emzirip emzir(e)memeye; uyuk, yemek, her türlü davranış biçimi "eğitiminden" çocukla geçirilen vaktin "kalitesini arttırmaya" kadar her konuda herkesin farklı bir fikri var. Herkes fikrini söylemekte hür. Hür olmadığımız nokta, bir diğerini "yanlış yapmakla" suçlamak. Yapıyoruz ne yazık ki! Şu "alman anneler" konusunda en çok hissettim bunu. Bütünün bir parçasını yanlış bulup, tamamına pay biçiyoruz. Halbuki, her bakış açısı çok değerli, herkesten öğreneceğimiz çok şey var!

Her bilgi parçası önemli, her bilgi parçası değerli. Aklımız, beynimiz bunun için var; süzgecinden geçirelim, aklımız ve kalbimizle de uyum içinde bulduklarımızı kullanalım, diğerlerini raflara kaldıralım diye... Belki bir gün kullanırız, belli mi olur?

NOT: Bu yazıyı, en çok kendim için yazdım... en çok...

Kurtarıcı Çınar Maceraları -1

Herşey Calliou ile başladı... Calliou'nun "Kurtarıcı Calliou/Calliou to the Rescue" bölümüyle. O bölümde, Calliou'nun kedisi Gilbert ağaçta mahsur kalır ve onu kurtarmak için Calliou'nun babası itfaiyeyi çağırır!

Ve "naaa-niii diye ses çıkaran, ışıkları yanıp sönen kırmızı itfaiye arabasını" gören Çınar için yeni bir dönem başlar: Kurtarma araçları dönemi!




O günden beri gündemimiz "naaaaniii diye ses çıkaran ve ışıkları yanıp sönen araçlar": itfaiye aracı, ambulans, polis arabası ve en son çekici (naaniii yapmasa da). Çocuğun bütün günü bu araçları sayıklamakla geçince, biz de babasıyla bu kurtarma araçlarının gerçeklerini gösterelim, dedik. Hem meslekler hakkında -henüz çok anlayamasa da- bir fikri olsun, hem de çizgi film/oyuncak/resim yerine gerçeklerini görsün diye.

Önce, Kurtuluş itfaiyesine gittik. Orada çok şeker bir itfaiye şefi bizi karşıladı, Çınar'a itfaiye araçlarını tanıttı. Hatta bir itfaiye kamyonuna bindirip direksiyonu çevirmesine izin verdi, ışıklarını yaktı ve sirenini çaldı! Yavrumun nutku tutuldu, evde bıcır bıcır konuşan çocuk sustu kaldı :) Ama acısını evde çıkardı, merak etmeyin; haftalarca bize ve anneannesine ve dedesine ve dayısına ve karşılaştığı herkese itfaiye macerasını anlattı! (Kurtuluş itfaiyesine yeniden çok teşekkür ederiz...)




İtfaiyeyi "elde edince" Çınar bu sefer de ambulans sayıklamaya başladı... Ne şanslıyız ki, acil servis doktoru olan bir Çiğdem Teyze'miz var! Kendisinden rica ettik, nöbetçi olduğu bir gün, çalıştığı sağlık ocağına davet etti bizi. Çınar'ı ambulansa bindirdi. Ambulansın arkasında, hastaların yattığı kısmı gösterdi. Her ne kadar Çınar "ben ambulansı süüüceeeem" diye ambulansı "gerçekten" sürmek isteyip arıza çıkardıysa da, pek memnun oldu oğlum... Teşekkürler sevgili Çiğdem Teyze'miz!


Biz, anne-baba olarak, imkan varsa bu tür "gerçek deneyimler"in çocuğa çok şey kattığını düşünüyoruz ve bu imkanları yaratmaya çalışıyoruz. Yalnızca kitapta/çizgi filmde görmek ve oyuncaklarıyla oynamak yerine "gerçeği bu" demek, Çınar'ın "gerçeklerini" hissetmesini sağlamak ve bir yerde de "sınırlarını anlamasına" yardımcı olmak çok hoşumuza gidiyor.

Şimdi sırada "polis arabası" ve "çekici kamyon" var :) Hadi ilki kolay da (Tunalı'ya her gezmeye gittiğimizde en az 1-2 tane görüyoruz), ikincisi için artık gece farları açık bırakıp aküyü mü bitiririz, ne yaparız bilemiyorum!

:)

NOT: Bu yazıyı da, beni dürten sevgili arkadaşım Seda'ya armağan ediyorum :P
NOT-2: Geçen hafta cuma blogumun doğumgünü idi... 1 senedir Minik Adamın Maceralarını yazıyorum; sizler de okuyorsunuz... Çınar'ımın maceralarını benimle paylaştığınız için hepinize teşekkürler, sevgiler...

18 Ocak 2011 Salı

Bir Bebeği Katile Dönüştürmek...

Canım arkadaşım çok güzel yazmış.. üstüne ne ekleyecek bir kelimem, ne de diyecek bir sözüm var...

Lütfen siz de okuyun ve düşünün:

http://hulyanintunasi.blogspot.com/2010/01/blog-post.html

Başak...

Yemek Yerken İzlemek...

Evet, biz "yemek yerken Caillou izleyenlerden"iz. Ya da, öyleydik... ya da belki hala öyleyizdir. Bilmiyorum, kafam karışık!

Şimdi tutup da Çınar'ın yemek yemem-me hikayesini anlatmayacağım. Bir dizi olaylar sonucu, iş buralara kadar geldi. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu tartışmak için de yazmıyorum. Yalnızca, öğrendiğim bir şey paylaşmak istedim.

Bir süredir (son iki haftadır), Çınar'ın çiğnemesiyle ilgili sorun yaşıyorduk. Lokmayı ağzına alıyor ve yanağından difüzyonla midesine gitmesini umuyor sanırım...

Dün Hilal Hanım'a danıştığımda şöyle dedi:

TV ya da DVD izlemek -herneyse- çocukları bilişsel olarak çok meşgul eden bir iştir. Hipnotize olmuş gibi izlerler ve kendilerini kapatırlar. Yutmak reflekstir; yani, sıvı bir şeyler verirseniz "şuursuzca" yer. Ama çiğnemek de bilişsel bir iştir; ve zihin aynı anda iki bilişsel işle meşgul olamaz. Dolayısıyla, o anlarda çiğnemeyi bırakabilir.
Dedim ki, ama 1-2 aydır bunları izleyerek yemek yiyor; ama, yalnızca 2 haftadır bu çiğnememe olayı var?


Çünkü, dedi, büyüyor. Büyüdükçe daha çok anlıyor izlediği şeyi ve daha çok kanalize oluyor...
Önerisini sordum. Çünkü Çınar'ı oyalamadan poposunun üstünde tutmak gerçekten büyük mesela. 2-3 lokmadan sonra sıkılıp sandalyesinden kalkmak istiyor.

Küçük kızının de Çınar'a benzediğini; ama, bir şeyler izletmek yerine, bellir bir süreden sonra dolaşmasına izin verdiğini, bunu daha sağlıklı bulduğunu, söyledi.
Bilginize...

14 Ocak 2011 Cuma

Kakalar Nereye Gidiyor?

Şimdiye kadar tanıdığım en acayip çocuklardan biri olan Umut Barış'ın, annesine kakaların nereye gittiğini sorduğunu okuyunca, belki "işi bilen" olarak, Umut Barış ve diğer çocukların anlayabileceği biçimde bu sorusunu yanıtlayabilirim diye düşündüm. Ve bir öykü yazdım.

Sanırım, işin içinde olunca, insana "kaka ve çiş"ten bahsetmek çok normal geliyor... Ama normal insanlara o kadar da normal gelmeyebilir okudukları :)

Yine de, bir gün çocuklarınız böyle bir şey sorarsa size, ve ne diyeceğinizi bilemezseniz; aklınıza bu öykü gelsin...

NOT: Böyle sevimli resimler de bulsak çok iyi olabilirdi, ama Umut Barış'ın annesi ve ben bulamadık... katkıda bulunmak isteyenleri geri çevirmem ama!

--------------

Şimdi anlatacağım öykü, kakalarımızın serüveni...

Hani tuvalete onları gönderip, sifonu da çekip "hoşçakal kakalaaar" diyoruz ya... Peki nereye gidiyor bu kakalar?

Kaka kardeş, tuvalet kaydırağından "hooop" diye aşağı kayıp yerin altına gidiyor. Orada, büyük ve uzun borulardan oluşan kanalizasyon sistemine geçerek diğer kaka arkadaşlarıyla buluşuyor. Yalnız kakalar mı var o boruların içinde? Hayır! Çişler, lavabolardan, çamaşır ve bulaşık makinelerinden akıp gelen pasaklı sular da var... Bu ekip her gün buluşuyor böyle; kahkahayla, neşeyle ilerleyerek kocaman eğlenceli makinelerin, havuzların ve tankların olduğu atıksu arıtma tesisine gidiyorlar!

Atıksu arıtma tesisine vardıkları zaman, kapıda onları "Filtre Bey" karşılıyor. Bu neşeli ekibin arasına yanlışlıkla karışan tuvalet kağıtlarını, çocuk bezlerini almıyor içeri -çünkü onlar oyuncakları bozabilirler. Filtre Bey onları lunaparkın ilk oyuncağına gönderiyor: çöktürme tankı havuzları! Alt alta, üst üste diziliyorlar. Hani biz de havuza girmeden önce, üstümüzdeki kumlar gitsin diye duşa gireriz ya, bir sonraki adım olan havuza hazırlanıyorlar; kumlarından kurtuluyorlar!

Daha sonra kakalar, çişler ve pasaklı sular, hep birlikte havuza giriyorlar. Jakuzili bir havuz bu, alttan alttan hava üflüyor; fokur fokur kaynıyor! Ne eğlence! Yüzüyorlar, yüzüyorlar... Havuzda bizim gözümüzle göremeyeceğimiz kadar küçük canlılar var. Bakteriler, diyorlar onlara. Bakteriler kakaları, çişleri ve pasaklı suları temizliyorlar. Kirlerini söküp alıyorlar üstlerinden.

Havuzdan çıkınca, yeniden duş alıyorlar bizim kafadarlar. Hani üstlerinde kalan, bakterilerin gözünden kaçan bir şeyler varsa diye.

Artık tertemiz olmuş kakalar, çişler ve sular için şimdi denize girme vakti! Bazı şehirlerde, kendilerini mavi denizin serin sularına bırakıyor bu eğlenceli ekip... günü öyle bitiriyor! Bazı şehirlerde ise deli dolu akan nehirlere karışıp kano yapıyorlar!

Ve hep bir sonraki gün, aralarına karışacak yeni arkadaşlarını bekliyorlar.

3 Ocak 2011 Pazartesi

Eski Yılın Son, Yeni Yılın İlk Hediyeleri...

2011'in nasıl geçeceği, gelişinden belli olmuş olsun diye umuyorum... Yıla o kadar güzel girdik ki ailecek (yanımda kocam, kucağımda oğlum, annemler, teyzemler -yılbaşına kalmasa da daha erken saatlerde kardeşim); hepbirlikte, neşeyle!

Ve böyle kalabalık olunca da, bir sürü hediyeyle! Tabii ki Çınar pastanın kaymağını yiyen kişi oldu evde. Her çocuğun olması gerektiği gibi...


Oyuncaklar, kitaplar, kıyafetler... ama bu yılın en özel hediyeleri babamdan geldi! Hem Çınar'a, hem de bize.

Babacım, her birimize (bana, Ahmet'e, anneme ve kardeşime) "Çınar yapraklı takvim" yaptırmış! Her ay bir sürü Çınar fotoğrafı masamda bana bakıyor olacak artık... Üstelik, o aya göre seçilmiş Çınar fotoları; geçen senenin o vakitlerinde çekilmiş... Hepimiz bayıldık takvimlerimize. Ama gerçekten güzel, öyle değil mi?




Çınar'ın hediyesi çok daha özel... Çınar'ın kahramanı olduğu bir kitap: "Çınar ve Oynamaya Gelen Gün"! Babam böyle ilginç şeyleri bulmak, öğrenmek ve uygulamak konusunda ustadır. Bu kitaplardan bir senedir haberdarız, Çınar'ın da bir tane olsun çok istiyorduk. Babam yeni yıl hediyesi olarak yaptırmış. Çınar çok şaşırdı görünce, sonra da çok hoşuna gitti! Şimdi sürekli onu okuyalım istiyor. Ben de okumaya doyamıyorum aslında; kahramanı oğlum olan bir kitabı okumak ne eğlenceli bir şeymiş!


Bir de tabii, benim "Beçitaş"lı oğlum, ilk gerçek Beşiktaş formasını aldı dayısından! Her ne kadar, amblemdeki kartala önce "martı" dese de, sonradan düzeltti! Formasını da öyle benimsedi ki, sabah gazetede Beşiktaşlı yeni oyuncuların formalarını gördüğünden "aynıçıı" bile dedi! Aşağıda, kendisinin yeni Q7 imajını görebilirsiniz...


Babama ve dayımıza çok teşekkürler!!! Hediyelerimizden belli; bu yıl çok özel ve güzel geçecek!