31 Mayıs 2010 Pazartesi

Babalar Günü Yarışması :)

Damla'dan gelen maili iletiyorum;

Haydi anneler, arşivler açılsın; ya da sarılın fotoğraf makinenize!!!



Nurturia'da babalar günü için çok güzel bir fotoğraf yarışması düzenledik. Anneler eşlerinin fotoğraflarını yükleyecek, Nurturia ve Facebook üyeleri tarafından en beğenilen fotoğraftaki baba Nintendo Wii kazanacak.

Yarışma ile ilgili bilgi için bir TIK!!!!

21 Mayıs 2010 Cuma

MUT-LU-LUK!

Bu sabah...

Saat 06:20, minik adamın odasından uyanma sesleri geliyor...

"eeeeee", "iiiiii", "ühü ühüüü"... Böyle kesik kesik!

Azmettim, uyuyacağım; babasını dürtüyorum: "Ahmeeet, dün ben kalkmıştım; bugün de sen kalkar mısın? Aynı saatte yattık, hadiii..."

Babada ses yok, o da beklemede... hani Çınar vazgeçer de uyursa diye!

10 dakika sonra "yalandan" ağlamalar sıklaşıyor. Yok, uyumayacak. Bir ümit sesleniyorum: "Çıınaaaar!" Ses kesiliyor, kulakları dikti, kesin! Yeniden sesleniyorum "Çıııınaaaaarrrr! Kimi çağırıyorsun?" (her zaman yaptığım gibi "annecim?" diye bitirmiyorum bu sefer, ipucu olmasın :D).

İçeriden yanıt geliyor, önce boğuk: "ıınnnee"... Yok yok, mırıldandı yahu...

Yine ümitle, "Kimi çağırıyorsun, anlayamadık?"

Bu sefer yanıt gayet net: "AAAANNNNEEEEEEEEEEE!!!!!"

Oha Çınar, yuh Çınar!

Sevgili eşim basıyor kahkahayı! Bende son çırpınışlar: "Baba gelsin mi?"

"AAAAANNNNEEEEEEE!!!"

Sonra...

Fırlayıp yataktan koşarak odasına gidiyorum, kocaman bir gülümseme bana günaydın diyor. Kapıyorum minik adamı, doğru yatak odasına!

Yatağın ortasına alıyoruz, öpüyoruz, ısırıyoruz, mıncırıyoruz, kokluyoruz, öpüyoruz, öpüyoruz, öpüyoruz....

20 Mayıs 2010 Perşembe

Hasret/Vuslat

Dayımıza kavuştuk... En sonunda!

Geçen hafta sonundan beri anlatıyorum Çınar'a "pazartesi akşamı dayın askerden gelecek, bir daha da hiç gitmeyecek!" diye. Anlıyormuş sanırım, çünkü "Salı günü kimi göreceğiz annecim?" diye kaç kez sorduysam, hepsinde aynı coşkuyla "oooooo, adaaaaaa" diye bağırarak yanıtladı!

Ve salı akşamı kavuştular... biz de kavuştuk; çok özlemişim kardeşimi. Ama en büyük asker bizim asker en çok yeğenini özlemiş.

Yalnız bizim minik adamın bir huyu var, birini çok özledi mi kavuşma anında hemen sarılamıyor. Önce bir seviniyor, koşuyor, gidiyor, geliyor, bağırıp çağırıyor; sarılma faslı ondan sonra! Yine aynısı oldu, ama bu sefer bir de Çınarca bir şeyler anlatmaya çalıştı. Tahminim şu: Dayıcım, nerdeydin sen ya bunca zamandır. Bi' gittin bi'daha gelmedin; hey allahım ya, neyse geldin ya şimdi, yaşasın!

Ama anlatmakla olmayacağını bildiğim için videoya çektim vuslat anını... buyrun izleyin videolarımızı:


Oğlum Dayısını Karşılıyor from Basak Celik on Vimeo.


Dayım nereye gitti, şimdi buradaydı! from Basak Celik on Vimeo.

19 Mayıs 2010 Çarşamba

Güzel Yürekli Bir Anneden...

Bu da yüreği güzel, kendi güzel, başka bir anne-arkadaşımdan...

Sizinle de paylaşmasam olmazdı: Kristal Cam Kase

Bu vesileyle bir daha, çocuk istismarına karşı tepkisiz kalmayalım, çocuklarımızı koruyalım, diyorum!

Sevgiler, Başak

18 Mayıs 2010 Salı

Arkadaşlar İyidir...

Anneleri ancak bir anne bu kadar güzel anlatabilirdi...

Eline, yüreğine sağlık; teşekkürler arkadaşım!

Sardı Korkular...

Evet, bizim minik adamın yuvaya başlama zamanı yaklaştıkça beni  de yavaştan korkular sarmaya başladı...

"Ya alışamazsa?" korkusu değil ama... insan dediğin her şeye alışır! Zaten yumuşak geçiş yapması için elimden geleni yapacağım. Bu biraz benim de kontrol edebileceğim bir süreç olduğu için, alışmak işin daha kolayca yanı gibi geliyor.

Benim korkularım başka. Çınar'ın yaşamıyla ilgili.

Ne kadar da emindim kendimden halbuki, "Yuvaya başlayınca çocuklarla daha çok zaman geçirecek, daha sosyal, daha eğlenceli bir ortamı olacak. Sonra uyku, yemek yeme alışkanlıkları konusunda diğerlerine baka baka bir sürü şey öğrenecek. Bir grupla birlikte hareket etmeyi öğrenecek, hayatta kurallar olduğunu öğrenecek. Zaten düzenli olmayı da sever, kendi düzenini kurmayı ve devam ettirmeyi daha iyi öğrenecek... zaten Montessori sistemi, onun bireysel seçimlerine de saygı duyacak bir yuva..." diye bıdı bıdı konuşup duruyordum...

Şimdi ise kafam karışık... Hala yukarıda yazdıklarıma katılıyorum ama "acaba"lar başladı bile bende.

"Acaba kendi kendine uyumayı başarabilecek mi? Yoksa uyuyamayıp sefil mi olacak? Daha da kötüsü, zaten gece de az uyuyor, ya öğlen uykusunu bırakırsa???"

"Acaba kendi kendini besleyebilecek mi? Zaten hiçbir zaman kilosu ileride giden bir çocuk olmadı, ya bir de üstüne kilo verirse, bağışıklığı zayıflar da hasta olursa?" (Bunda Mine Abla'nın payı büyük; geçen cuma gününden beri "2 yaşından önce erken veriyorsunuz, 2 yaşına kadar birinin onunla birebir ilgilenmesi gerekir, yemeğini, meyvesini felan artık siz evde haftasonları iyice takviye edersiniz" deyip duruyor.)

"Yuvada yemeğe hepbirlikte başlanıyormuş, kim neyle oyunuyorsa toplayıp öyle başka bir oyuna geçiyormuş... Ya Çınar bu kurallara uyamaz/uymak istemezse de ona sürekli yaptırım falan uygulamaya kalkarlarsa?" (İnsan kendi çocuğuna çok güzel disiplin veriyor da başkaları yapmaya kalkınca bana batıyor, nedense... deli miyim neyim? Yok yok, bu konuyu yuvayla konuşmam lazım!)


Bugün aklımda hep "tüm işyerlerinin yuvaları olmalı" fikri var! Uçuyorum, biliyorum! İşyerleri yuvalardan önce insanı çalışma koşulları sağlasınlar da, yuvaya sonra da sıra gelebilir; farkındayım! Ama bu ara gündemim bu... çocuğum yanıbaşımda olsa, arada gitsem, iyi midir, hoş mudur diye baksam. Ya da keşke çocuğumu belli bir yaşa -3 mesela- getirene kadar işinde yarım gün çalışmana, ya da haftanın belli 1-2 gününde evden çalışmana (!) izin verecek bir sistem olsa! Hayaller, hayaller... ya da ütopyalar mı desem?

Bir siyasi partinin, kardeşimle senelerdir gülüp eğlendiğimiz bir sloganı var: "İş, Aş, ..." diye başlayıp devam eden. Her gün işe gidiş yolumda, yolun kenarındaki koca ilan panosunda kurultay ilanlarını/seçim vaatlerini görüyorum. "Ev hanımına şu kadar maaş, şu kadar işsizlik maaşı, 3000 TL asgari ücret (breh!)" diye sıralamışlar. Parada pulda gözüm yok da, seçimlere de çok bir şey kalmamışken buradan tüm siyasi partilere sesleniyorum:

1 sene ücretli, 1 sene ücretsiz doğum izni, üstüne de 3 yaşına kadar iş yerinde part time çalışma imkanını bana vaat eden partiye oyumu vereceğim, söz! Hatta, ANNE SÖZÜ!

Öyle "en az 3 çocuk" diye işkembeden atmakla olmuyor; devlet böyle imkan versin, 3 de doğururum 5 de!...

14 Mayıs 2010 Cuma

"Ağaç Yaşken Eğilir"

Nurturia'da ElfAna sormuş, "Başakçelik, nedir senin 'unschooling*' olayın? Anlat bakiyiim." diye...

Aslında ne zamandır aklımdaydı buraya da yazmak, vesile oldu. Buyrun, işte benim "unschooling" yaklaşımım (bu kelimenin Türkçesi yok, ama yazının en sonuna bir tanım koydum.):

Çocuğunu 20,5 aylıkken yuvaya verecek bir anne olarak bana "hangi 'unschooling' Başak'cım?" diyebilirsiniz pek tabii ki! Zaten, çalışan (çalışmayı hem seven, hem isteyen, hem de biraz zorunda olan) bir anne için "unschooling" biraz ütopya bence (değil derseniz beri gelin, içimde bir umut ışığı daha yakın!). Ama, eğitim sistemimiz yüzünden çıldıracak raddeye gelmişken, Seda'nın bana "homeschooling'i (evden eğitim) de boşver, bir de 'unschooling' varmış" diye verdiği link, hem ufkumu açmış hem de içimi rahatlatmıştı!

Ben hep "çok disiplinli", deyim yerindeyse, "konvansiyonel" bir öğrenci oldum! Dinle, oku, araştır, çalış, öğren, yap! İtiraz etmeye kafam basmazdı benim hiç, "eğitim sistemi" bana ne sunarsa o! Uysaldım yani... Üniversitede de çok ayılmadım da, asistan olduktan sonra biraz gözüm açıldı! Minik adamla birlikte tam uyandım!

Hiçbir kişisel fark gözetmeden dayatılan, pardon verilen, her sene daha da ağırlaşan, öğrenmeyi değil ezberlemeyi teşvik eden, çocuğu sindiren, çocuğun kendisini ortaya çıkarmayı değil de bambaşka bir çocuk yaratmayı hedefleyen bir müfredat var önümüzde... Ve fakat, 1 yıllık gözlemle bile anlamıştım ki, bizim minik adama dayatma sökmez -babası kılıklı çünkü o! Öyle de olsun zaten. Her çocuk gibi, içindeki ışığı dışarı çıkarmaya ihtiyacı var, bastırıp söndürmeye değil... Ama bu eğitim sistemiyle nasıl yapacağız bilmiyorum, kara kara düşünüyorum, derken... işte o anda  karşılaştım "unschooling"le. Biliyorum, yukarıda da söylediğim gibi, benim için ütopya "unschooling". Ama yaklaşımını mevcut eğitim sistemiyle harmanlayabilirim. Elimden gelenin en iyisini yapabilirim. Muhtemelen okuldaki bütün öğretmenlerle papaz olacağım Çınar'ın eğitim hayatı boyunca, ama yılmayacağım! İşte benim "unchsooling" planım (aslında doğası gereği buna "anti-curriculum/müfredat karşıtı" plan da diyebilirim...):

1- Güzel bir yuva bulduk minik adama, Binbir Çiçek Çocuklar Evi. Yuva maceralarımızı daha önce yazmıştım (1 ve 2). Burası bir Montessori okulu. Ama yüzü asık olanlardan değil. Minik adam daha başlamadı yuvaya, ama bizim ziyaretlerimizden anladığımız kadarıyla, insiyatif çocukta! Yani "hoop resim saati, hooop ingilizce saati, hooop serbest oyun saati" gibi "saatlik" zorlamalar yok. Bu anlamda, "unschooling" felsefesine çok uygun. Bir sürü malzeme/oyuncak arasından çocuk istediğini seçiyor, oynuyor. Öğretmenler de çocuğa bu konuda yardımcı oluyorlar. Yönlendirme kısmı çocuklara sunulan malzemelerin içeriğinde. Çocuk kendi istediği şeyi yapabildiği için de sakin sakin, huzur ve mutluluk içinde vakit geçiriyor. Kısaca işleyiş bu. Çınar yuvaya başladıktan sonra daha çok fikrim olur, daha çok yazarım... Böylece ilk 6 yılı kurtarmış olduğumu umuyorum!

----------
Ama asıl mücadele ondan sonra başlıyor: eğitim sistemine giriş -ilköğretim okulları! Anaokulundan, oyuncaklarının arasından fırlamış minik elleri/beyinleri sıralara beşlik simit gibi dizip "evet efendiiiim, eğlence bitti; artık bir şeyler 'öğrenme' zamanı" diye cendereye sokuveriyoruz bir anda! Önümüzdeki 6 yılın sonunda, çocuğun kişisel gelişimine, birey olarak kendisine değer veren okullar açılmazsa, bizim minik adamın içine gireceği sistem de bu ne yazık ki! Bizim ailenin benden beklentisi (ya da bende gördükleri potansiyel) şu aslında: Başak o kadar disiplinli, o kadar disiplinlidir ki, bu çocuğa nefes aldırmaz; her akşam muntazaman ödev yap-tı-rılır, sınavlara birlikte çalışılır, en en en başarılı Çınar olmak zorunda kalır!

Hepsini şaşırtacağımın farkında değiller. Öncelikle bu tarz benim "unchsooling" felsefeme ters :) O zaman plana devam ediyorum:

2- Öğretilen şey ilgisini çekmeyen bir çocuğun başında bin saat bile otursanız, belki ödevini yaptırırsınız ya da yaparsınız, ama o şeyi öğretmiş olmazsınız! En iyi ihtimalle, ezberletmiş olursunuz -ki çağımızın sorundur bence! Dolayısıyla, ilgilendiği ama anlamadığı şeyi birlikte çalışarak anlamayı/öğrenmeyi talep ederse evet, yardımcı olacağım. Ama istemezse, kendi seçimi.

3- Ödev konusunda da babasıyla tavrımız net: bu onun sorumluluğu; yaparsa, yapar. Yapmazsa, sonuçlarını karşılayabilmeli. Ama, bana bile anlamsız gelen, aslında anne-babayı çalıştırmayı hedefleyen abuk subuk "performans ödevleri" verilirse, öğretmenle papaz olacağım ilk konu budur! Kendi yeteneklerini aşan bu tür saçmalıklardan uzak durmayı seçerse, en büyük destekçisi ben olacağım! İsterse "0 alsın, otursun aşağı!"

4- Okulda öğrendiği ve ilgisini çeken şeylerle ilgili gerçek hayat deneyimleri sunmaya çalışacağım. Örneğin, taşıtlar mı konuları, tüm toplu taşım araçlarına bineceğiz. Meslekler mi, çeşitli meslek gruplarından tanıdıklarımın iş yerlerine götüreceğim. Bitkiler, böcekler, hayvanlarsa konu, haydi kırlara, ormanlara, hayvanat bahçelerine... Kültürel konularla ilgili ödevlerini "internetten araştırma ödevi" (tüylerim dikeeen dikeeen oluyor!) olarak hazırlamak yerine  müzelere, resim galerilerine, kütüphanelere, tiyatrolara, sinemalara gideceğiz birlikte. Tabii ki çağı yakalamak lazım da, buralara dokunmak, bu ortamları koklamak lazım! "Dışarıda" olmak lazım!

5- Matematik gibi, sosyal hayattan kopuk gibi görünen konularda da kendimce malzemeler oluşturmaya çalışacağım. Okuyunca anlaşılamayan bir olguyu deneyimleyerek yaşamak bambaşkadır çünkü! Havuz problemi çözerken kuveti doldurup doldurup boşaltmak gibi :) Ya da artık, matematikçi arkadaşlarımdan yardım isterim (Evren'cim, duy sesimi!).

6- Tüm bunları yaparken beslendiğim ana nokta yine bizim minik adam olacak: gözlem, gözlem, gözlem! Neyi bilmek/öğrenmek istiyor? Neyle hiç ilgilenmiyor? Hevesli oldukları şeyler konusunda onu destekleyip, ilgisini çekmeyen konularda ısrarcı olmayacağım. Varsın "başarısız" olsun bazı "derslerinde"! Ben başarılı oldum da ne oldu sanki?

Gördüğün gibi ElfAna, "unschooling" diyemeyiz de benim yaklaşımıma, "Çocuğunu okula göndermek zorunda olan ama müfredata boyun eğmeyecek anne yaklaşımı" diyebiliriz. Adım Hıdır, koşullarımı düşündüğümde gerçekçi olarak elimden gelecek budur :) Yuva ve İlköğretim safhasını bu yaklaşımla kazasız belasız atlattık mı, minik adama "kendi içindeki ışığı" gösterdik mi, arkası gelir diye düşünüyorum. İnsan beyni o yaşlarda şekilleniyor sanki.

Derler ya "ağaç yaşken eğilir"...

Ama eğip bükmesek de biz çocuklarımızı, bıraksak serpilseler?


13 Mayıs 2010 Perşembe

Çok Okuyan mı Bilir, Çok Çocuğu Olan mı?

Ya da herşeyi bilmek zorunda mıyız?

Ya da bildiğimiz herşey doğru mudur?

Evet, kendimi sorguladığım yazı dizisinin ikinci yazısını yazmaya başladım... umarım kafamda uçuşan binlerce garip fikri toparlayıp yazabilirim. Çünkü bu konuda o kadar dertliyim ki!

Benim "bilmek" serüvenim hamilelikte başladı. Düşük tehdidi, pozitif ikili test sonucu, amniyosentez, vb. türlü saçmalık başıma geldiği için hamileliğimde, bir yandan doktora tezimi yazdım, bir yandan da internet üzerinden "jinekoloji" yan dalımı tamamladım! Gözlerim pörtleyene kadar forum/blog/yazı/kitap/makale okuduğumu, Uzman TV'ye saatlerce dadandığımı bilirim... Bizim zamanımızda Nurturia da yoktu ki! Annem o zaman "şanslı mısınız, şanssız mı bilmiyorum... şimdiki hamileleri çok didikliyorlar" demişti! Ah annecim, yalnızca hamilelikte didiklenseydik keşke; 40, bilemedin 42 haftada kurtulurduk bu "bilme" sevdasından...

Ama asıl "bilme, daha da çok bilme, herşeyi bilme" derdi minik adam doğunca başladı...

Günde ne kadar, kaç saat, ne kadar süreyle emzirmeli? Yalnız anne sütü mü, mama da verilmeli mi? Hangi hallerde mama verilmeli? Sütün yetip yetmediğini nasıl anlarız? En iyi pompa hangi pompadır? Beslemek için bebek uyandırılır mı, yoksa varsın uyusun yavrucağız mı denir? Normal dediğin bebek günde kaç saat uyur? Bebeğe günlük düzen/gece uyku rutini nasıl oluşturulur? Kolayca dalınan uyku için kundaklasak da mı saklasak, kundaklamasak da mı saklasak? Peki kundaklama işine ne zaman son vermek lazım? Odasını ne zaman ayırmalı? Bir bebek gece uyanmamaya ne zaman başlar (ne kadar naif bir soru!)? Bebek dediğin nasıl uyutulur ya da uyur? Gaz sorunsalı ne zaman biter? Gece emmeleri ne zaman kesilmeli, ya da kesilmeli mi gerçekten? Gaz için ilaç kullanılır mı/kullanılsa da sonuç alınır mı? Bebek ne zaman oyuncağına uzanır/oyuncağını tutar/elden ele geçirir/yüzükoyunken kendini kaldırır/döner/doğrulur/oturur/emekler? Ayına göre boyu/kilosu normal mi (normal yetmez Türk annesine, ilerde mi, değil mi? Hangi yüzdelik dilimde???)?

Daraldınız mı? Bunlar daha ilk 6 ayın soruları, naber? Üstelik de, benim aklıma gelen kısmı yalnızca! O aylarda, ben kafayı yemiş bir şekilde bu soruların yanıtlarını şablonlara oturtmaya çalışırken (ve de minik adam haliyle bildiğini okuyup kendi şablonunu yaratırken) annem yine demişti ki: "Başak'cım, doktora tezi değil bu, herşeyi kitaplardan okuyup uygulayamayabilirsin; azıcık rahat ol." Ve fakat ne mümkün! Şimdiye kadar herşeyi kitaplara baka baka yaptım ben; deneyim mi, o da ne? Halbuki azıcık "harmanlamaya" bassaymış kafam, ne dert kalacakmış bende ne tasa! Lohusalığıma veriyorum şu an; yalnızca 40 gün sürmüyor bazılarında o süreç, uzuyor da uzuyor :)

6 aydan sonra, sorular/bilmemiz gerekenler seviye atladı tabii: Ek gıdalara ne zaman, hangi besinle geçmeli? Sebze çorbasını direkt pütürlü mü vermeli? Mama sandalyesi şart mıdır? Blenderdan bir-iki kez yemek geçirirsem çocuğum 10 yaşına kadar herşeyi püre olarak mı yer (yalaaaannnnnnnn!!!!)? Yumurta ne zaman, ne kadar verilmeli? Pekiii, et/balık/tavuğa ne zaman başlanmalı? Dişler ne zaman çıkar? Diş, ateş ve ishal yapar mı? Ne zaman ilk kelimelerini söylemeye başlar? Ne zaman taklit etmeye başlar? Ne zaman kitap okumaya başlamalı? Yürüme için yürüteç almalı mı almamalı mı? Ters oto koltuğu mu, düz mü? Ne zaman ilk adımlarını atar? Denize ne zaman girebilir? 10 aylıkken sofraya bizimle oturmaya başlar mı hakikaten? Şekerden/baldan kaç yaşına kadar uzak tutmalı? Peki ya tuzdan? Uyumamakta direniyorsa ne yapmalı? Ayakta/kucakta sallamak çok mu ayıp şeyler? Kendi kendine uyutmak için hangi yöntemler denenebilir? Doğal ebeveynlik varmış bir de, o ne acaba?..

Bitti mi? Biter mi hiç! 12 aydan sonra, bebekken çocuk olunca birden minik adam, bu sefer de öz bakımla ilgili soruların yerini "ilk çocukluk" soruları almaya başladı: Ne zaman kendi kendine yemek yemeye başlamalı? Ne zaman koşmalı/atlamalı/zıplamalı/merdiven inip çıkmalı? Hangi ayda kaç küp şekeri üst üste koymalı? Hangi ayda kaç kelime söylemeli, iki kelimeyi yanyana ne zaman getirmeli? Bağırıp çağırdığında, sağa sola vurduğunda, anne-babayı dinlemediğinde, inatlaştığında, ağladığında ne yapmalı/yapmamalı? Disiplin 3 yaşına kadar verilmeli mi, verilmemeli mi? Hangi ayda hangi aktiviteyi yapmalı? Yapbozla oynamayan çocuğa ne demeli? Bırak yapbozu, oyuncaklarıyla bile ilgilenmediği dönemde ne yapmalı, panik olmalı mı olmamalı mı? TV hiç izletmemeli mi, azıcık da izlese zararı olur mu? Anane/babane mi, bakıcı mı, kreş mi? Hangi kreş? Montessori mi, Waldorf mu, geleneksel Türk usülü anaokulu mu? Yabancı dili ne zaman öğretmeye başlamalı? Tuvalet eğitimi hangi ayda başlamalı? Lazımlık mı klozet adaptörü mü? Bezli bebek mi bezsiz bebek mi? "İki yaş bunalımı", nam-ı diğer terrible two, ne zaman başlar, işaretleri nelerdir, nasıl davranmak gerekir?.........

İİİİİİ-DAAAAAATTTT!!!!! (Çınar'ın dilinde "imdat" demek)

Yeter yahu, tamam anayız, süperiz, herşeyi hallederiz de, biz de insan evladıyız! Tüm bu soruların yanıtlarını bulmaya, herşeyin en doğrusunu yapmaya çalışırken de olanlar oluyor işte! Deli gibi "o öyle yapılmaaaazzzzz!!!" nidalarıyla ev halkına (hatta yakın çevreye) saldıran anne oluveriyorsun! Haliyle, senden korkudan sinmiş bir ev halkı (ve hatta yakın çevre) yaratıyorsun etrafında -ki gerçekten sağlıklı değil :) Eskiden ne rahatmış anneler, anne/kayınvalideden biri mutlaka "eskiler"le başlayan bir cümle kurarmış, kalan herşey ona göre yapılırmış! Eskiler herşeyi bilirler ya, kafa rahat! Yok, hala bana göre değil bu yaklaşım; ama, ara sıra da kıskanmıyor değilim o kadar rahat olabilen anneleri :)

Herşeyi "eskiler"in dediğine göre yapmaya kalkmak da, çocuğumla ilgili her bir şeyi kitapların yazdığı gibi yapmaya çalışmak da bana uymuyor, onu anladım en sonunda! Araştırmak, okumak, öğrenmek güzelmiş de, kendini kaptırmamalıymış insan! Çünkü, her çocuk birmiş, tekmiş, eşsizmiş ve o yukarıdaki soruların tek bir doğru yanıtı yokmuş! Hiçbir zaman da olmayacakmış (tamam belki ufak bir kısmının vardır; oto koltuğu ve mama sandayesi gibi :D)...

Esas olan çocuğu gözlemekmiş, dinlemekmiş, anlamakmış...

Ve okunacaksa eğer, "onun yazdığı kitabı okumakmış*"...

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Aktivite Yapmayı Sevmeyen Çocuğu Anlama Rehberi

NOT: Bu başlık, Bir Dolap Kitap'ın çok sevdiğim bir yazısından esinlenerek atılmıştır...

Başlarken...

Kendimi sorguladığım bir dizi yazı yazmayı düşünüyorum bu ara; bu ilki... Öncelikle, bu yazı dizisinin tamamen kendimle, kendi anneliğimle ilgili olduğunu yazayım ki sonra başka annelere kötü örnek olduğum kanısına kapılmayın.

Diğer yazılarımı takip etmişseniz, bir ara bu aktivite konusuna kafayı takmış olduğumu da okumuşsunuzdur. Aslında, derdim aktivite değil; oyundu. Bizim minik adamın oyuna ve oyuncaklara karşı genel isteksizliğiydi. Hala öyle çok aşama kaydetmiş değiliz, zaten araya bahar da girdi, mümkün mü güzel havalarda evin içinde dursun! Öğle uykusu dışında adamın hayatı parkta geçiyor, neredeyse yemeklerini bile bahçede yiyecek! Tabii, oyun, oyuncak hak getire! Ama bence sağlıklısı da bu! Atlasın, zıplasın, sallansın, kaysın, yorulsun, iştahla yemeğini yesin, sızsın! (Dünkü gibi, bir rekora imza atıp 2.5 saat öğle uykusu uyusun mesela; sonra yine yorgunluktan gece de her zaman yattığı saatte uyusun kalsın!)

Oyun/oyuncak ayrı konu da (ya da aynı konudur, ama benim demek isteyeceğim farklı), "aktivite" konusuna takmıştım ben! "Herkesin" çocuğu kaptan kaba, bardaktan çanağa fasülyeleri, mercimekleri, nohutları şıkır mıkır aktarırken benim oğlum niye önüne koyduğum "materyallere" bön bön bakıp sonra da fırlayıp Vileda'nın sapıyla banyonun ışığını açıp kapamaya çalışıyordu? Ya da çocuk dergilerinden çıkan eşleme kartlarını tombik elleriyle itip aile albümlerini "ıh ıh" diye göstererek bin kere sorduğu kişileri neden yeniden soruyordu? Pekii peki, "tüm çocuklar" parmak boyalarıyla çılgınlar gibi eğlenirken bizimki elini kutuya bandırıp da zevkten çıldırmış şekilde önündeki boş sayfaya süreceğine neden "gggııııııhhhhhaaaaaaaaa!!!!!" şeklinde dehşetle sarıya boyanmış eline bakıp "çıkarın ulan bu şeyi elimden, pis pis, ne buuuu, neeee???" dercesine çığlık atmıştı?

Hadi diğerlerini "daha vakti vardır belki, biraz daha büyüse nasıl da güzel eşleştirecek de küçük daha annesi" diye geçiştirmeyi başarsam da, şu son parmak boyası olayında çok bozulmuştum! Yani babayla hiçbir masraftan kaçınmamıştık: boyama önlüğü, odasını kaplayacak genişlikte yer matı, kocamaaan resim defteri... yapılır mıydı bu bize yani? Pilavı avuçlayarak yiyen oğlum parmak boyasını pis mi bulacaktı? Bu da başıma gelecekti?

O günün hayal kırıklığıyla şu cümleyi bile kurdum eşime: tamam, bundan sonra heveslenip Çınar'a hiçbir şey almayacağım! Ben niye hevesleniyorsam? Oynayacak olan Çınar, Çınar mı dedi bana sanki "anne, ellerimi boyaya bandırıp bandırıp soyut şeyler çizmek istiyorum; bu aralar 18-24 aylık çocuklar arasında trend buymuş!" diye. Tamam, küçücük çocuk talep edecek durumda değil, annenin/bakıcının bir şekilde yönlendirmesi lazım; ama, heryerde "çocuğu gözlemlemek çok önemli" diye atıp tutan ben, nedense bu aktivite, zeka geliştirici etkinlikler serisi, minik Einsteinlar yaratalım oyuncakları ve oyunları işine kendimi, çocuğumu bile gözlemleyemeyecek kadar çok kaptırmıştım! Neyse ki, silkelendim ve kendime geldim.

Buyrun vardığım sonuçlar ve kendi çocuğumu anlama rehberim:

1- Çalışmaya başladığımdan beri, Çınar'ın günlük gereksinimleriyle ilgili gözlemlerimi hala başarıyla sürdürsem de, oyunla ilgili gereksinimlerini tam takip edemiyorum. Bunda aslında biraz da "Ne yapıyorsunuz Mine Abla?" diye açtığım telefonlara Mine Abla'nın hep aynı "Hiç kızım, iyiyiz işte" diye yanıt vermesinin de etkisi olabilir. Belki de gerçekten bir şey yapmıyorlardır, belki de benim için aslında çok önemli olan Çınar'ın o gün hangi kitaplarla ilgilendiği, koltuğa kaç kez tırmanıp indiği, arabasının tekerleklerini kaç dakika boyunca çevirdiği, hangi oyuncağına sardırıp hangisiyla o gün daha az ilgilendiği Mine Abla için çok gündelik bir bilgi olduğundan paylaşmaya değer bulmuyor olabilir. Akşam ben eve gelince de bizim minik adam beni deli gibi özleyip kimseyle konuşmama izin vermediği için yüzyüze soru-yanıt faslı da yapamıyorum bakıcımızla. Dolayısıyla, çocuğumu -bu konuda- tanıyamayan, anlayamayan bir anne oldum çıktım!

2- Çocuğu anlayıp tanıyamayınca, gereksinimlerini de, neden hoşlanabileceğini de kaçırıyorum haliyle. "Benim istediğim" aktiviteleri yapmayınca da "niye böyle oldu bu çocuk, niye hiçbir şeye ilgisini çekemiyorum?" diye hayıflanıp duruyordum haliyle. Son zamanlarda, tatil dolayısıyla da, minik adamla daha çok vakit geçirdim ve aslında bilinçli olarak daha çok gözlemledim. Ve fark ettim ki, bizimkinin isteği öyle oturduğu yerde kartlarla, bandırmalı boyalarla, baklagillerle oynamak değil. Oturup yaptığı şeyler de var, ama hiçbirini benim dayatmamla yapmadı: matruşkaları iç içe dizmek-parçalarını eşleştirmek, kitap okumak, albümlere bakıp "kim kimdir" oynamak, mutfak çekmecelerini boşaltıp bütün aletlerin işlevlerine bakıp yeniden doldurmak... Hem de en "cool" tavrıyla.

3- Zorlama aktiviteye hayır! Bizimkinin sloganı bu. Nurturia'daki şu meşhur aktivite sorusunu sorduğumdan beri neredeyse her akşam hevesle eve gelip "bak şimdi sana ne yapacağım Çınar, çok seveceksin bence" diye türlü şey denedim, sonuç hepsinde hüsran! Bir tek neyi sevdi? Koltuk minderlerini yere indirip koltuktan aşağı atlamacayı! Niye? Fiziksel bir çocuk çünkü, ihtiyacı olan şey daha çok hareket! Hatta, kısıtlanmadan daha çok hareket! Yani, iş yine dönüp dolaşıp madde-1'e geldi mi? Geldi! O zaman aslında benim burun kıvırdığım ama fiziksel ve hatta ruhsal gelişimini gayet de olumlu etkileyen futbol (topa dan dun vurmaca), saklambaç, yakalamacılık, yatak üstünde zıplamacalık gibi "sıradan" oyunlar önemli miymiş? Aslında önemliymiş. Peki sorun ne? "E herkesin çocuğu bunları oynayabilir!" Oynasın arkadaşım, seninki de tek ve biricik bir çocuk, üçgen şekilli delikten üçgeni atınca mı farklı olacak yalnızca?

4- Yaşına uygun aktivite... Bu yaş konusunda sıkıntılıyım aslında. Bazen ayından ileride davranabiliyor, ben de buna kanıp yığıyorum çocuğun önüne 2+ malzemeleri/oyunları/oyuncakları. Bazen de, arkadaşların çocuklarından görüp, dur bakayım, bizimki de yapar mı ki, diye bir deneme yapıyorum. İkisinde de sonuç hüsran, tabii! Hala ısrarla anlamadığım şey şu: bu çağlarda, iki çocuk arasındaki 15-20 gün bile önemli! Kaldı ki, zamanından önce zorladığım bir şey onda güvensizlik/becerememe duygusu yaratmış bile olabilir. Buyrun burdan yakın bakalım!

5- Farklı koşullar, farklı çocuklar: kreşe giden bir akranıyla ya da evde kardeşi olan bir akranıyla aynı aktiviteleri yaptırmaya "zorlamak", ilgisini çekmeyince de "bak işte, hiçbir şeye ilgisi yok, hiiiç" diye hayıflanmak da aslında bizim minik adama büyük haksızlık! Başka çocuklarla, özellikle de kardeş gibi bir örnekle bir arada yaşayan çocukların dinamikleri ile bütün gününü evde kendisinden 40 ila 60 yaş büyük biriyle geçiren çocuğun dinamikleri arasında dağlar kadar fark var!

6- Aktivite aktivite diye çocuğu zorladığım şeylere bir bakalım... hepsinin entellektüel bir tarafı var! Olmayıversin arkadaş! 19 aylık çocuk, daha kreşe bile başlamadan eğitilmeyiversin! Montessori de demez mi, zorla eğitim olmaz, öğrenmek istediği zaman, ilgisini çeken şeyi verin çocuğa! Bizimki de gündelik hayatla, hayatıniçinden şeylerle ilgili. İstemiyor kağıtları yırtıp yapıştırmak, önüne konan kaptan diğer kaba nohut aktarmak, "bu resmin aynısından hangi kartta vardı? hmm şunda!" deyivermek... Ama mesela kendisi mutfak dolaplarını açıp kavanozlar arası hububat transferi yapıyor. Üstünde aynı türden resim olan süt ve meyve suyu kutularını ayrı bir köşeye dizebiliyor, anneannesinin koltuklarının üzerindeki melek figürlerini "orda da var, orda da var" diye gösterebiliyor. Kendi materyalini kendi yaratıyor yani, herşeyi devletten beklemiyor!

7- Yönlendirme, önüne imkan sunma güzel bir şeydir; ama, sürekli yeni yeni şeyler sunulduğu zaman bizim minik adamın ilgisi de doğru orantılı olarak azalıyor! Sakin sakin yaklaşmak, "eğleneceği" aktiviteler konusunda insiyatifi biraz da onun eline bırakmak ve teker teker gitmek lazım! Bir anda her akşam çocuğa "belki bunu sever" diye türlü aktivite sununca çocukcağız da "höööyt, ne oluyor, teker teker gelin!" dedi haliyle...

Ben bunları neden yazdım? Hem kendi kafama artık bu iş dank etsin, diye; hem de, benim gibi bu "aktivite konusuna takmış anneler" varsa "yalnız değilsiniz ama bakın ben ne buldum?" diyebilmek için.

Burada bahsi geçen ve bizim minik adamın hiç mi hiç ilgisini çekmemiş olan aktiviteleri bebeleriyle birlikte başarıyla uygulamış, eğlenmiş, öğrenmiş, keyiflenmiş annelere de selam eder, başarılarının devamını dilerim!

Sevgilerimle... Başak

Dipnot: Gelecek yazımı "çocuk bakımıyla/eğitimiyle ilgili bu kadar çok şey bilmeye çalışmak ne kadar yorucu, değil mi?" konusunda yazacağım... bilginize...

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Tepkisiz Kalma!

Günlerdir beynimi uyuşturuyor bu Siirt haberi... başından sonuna kadar. Bunu yapanlar insan olamaz, diyorum. Yalnızca bebekleri fiziksel olarak istismar edenler değil, olayın üstünü "çocuk oyunu" diye kapatmaya çalışanlar, "anlaşın" diyenler de insan olamazlar... cahilliğin, bile bile cahil bırakılmışlığın, kapalı, tabularla yaşayan bir toplum olmanın, korkularla, baskılarla beslenen bir toplum olmanın bedeli bu kadar ağır. Ve bu bedeli hep en çaresiz olanlar ödemek zorunda!

Azıcık ateşi çıktığında başına 5 kişinin birden üşüştüğü minik adamım kadar şanslı olsun istiyorum bütün çocuklar. Benim oğlum kadar mutlu büyüsünler istiyorum... ve okuduğum haberlerle yıkılıyor bütün kumdan kalelerim.

Daha sağlam kaleler yapmalı çocuklarımız için! İlk adım, tepki göstermek; ikinci adım (daha da) bilinçlenmek; üçüncü adım eğitmek... ya da hangi sırayla yaparsanız! Ama yapılabilecek en kolayından başlayalım, tepkimizi gösterelim! Önce buraya bir imza atmakla başlayalım ki sesimiz duyulsun! Sonra da, şuradaki posteri iyice bir inceleyelim, okuyalım, paylaşalım, herkesin anlamasını sağlayalım... ve elimizden geldiğince hızlı inşa etmeye devam edelim kalelerimizi!

Elimizden geleni yapalım ki, kimse bir daha yıkamasın... çocuklarımızın canını kimse bir daha acıtamasın!...